31 Temmuz 2015 Cuma

Münih (München) - 2005

Gerçek bir olaydan esinlenilerek film yapılmış olan konunun bizim için en ilginç tarafı Münih'te geçmesiydi (Münihi tanımaya çalışıyoruz). Münih hakkında bilgi sahibi olmak için izlediğimiz filmde karşımıza yakın dönem tarihi çıktı. Film, 1972 Münih Olimpiyat Oyunlarında yaşanan ve rehin alınan 11 sporcunun ölümüyle sonuçlanan bir rehin alma operasyonu sonucunda İsrail'in sivil suikastlarını anlatmaktadır. Olimpiyat tarihinin ilk ve en önemli terör olayı olarak kabul edilen Münih Katliamı, Kara Eylül olarak bilinen bir terör örgütüne bağlı Filistinli sekiz teröristin İsrail adına yarışan 11 sporcuyu rehin almasıyla yaşanır. 2 sporcuyu direndikleri için öldüren grup, kalan 9 sporcunun (birkaç kişi kaçmayı başarmıştır) hayatı karşılığında İsrail'de hapishanede tutulan 200 tutuklunun bırakılmasını talep ederler. Müzakerelerin uzaması sonucu sporcularla beraber Almanya'yı terk etmek için havaalanına getirilen teröristler Alman polisinin operasyon yapmaya çalıştığını anlayınca rehin tutulan 9 sporcuyu öldürerek çatışmaya girerler. Olayın bu noktaya gelmesinin en büyük sebebi Almanya'nın güvenlik zaafiyeti ve operasyonlardaki başarısızlığıdır (merak edenler linkten okuyabilir: Buradan okuyabilirsiniz ). Bu olaydan sonra Avrupa'nın pek çok yerinde yaşayan ve bu katliamda parmağı olan örgüt mensuplarının öldürülmesi için İsrail küçük bir ekip görevlendirir. Film katliama anımsamalar (flashback) şeklinde dönüş yapsa da, asıl anlatılan bu ekibin Avrupa'daki suikastlarıdır. İsrail'in bu suikastlarına karşı suikastlar da gecikmeyecek, ortalık biraz karışacaktır.

 O dönemlere şahit olmayan kişiler olarak yaşananların bir hikaye gibi geldiğinin farkındayım, ama gerçek bir olaya dayandığı ve en azından gazete haberleriyle desteklendiğini söyleyebilirim. 1972 yılını düşündüğümüzde, henüz yeni bir devlete mensup ve tam ne yapılması gerektiğini kestiremeyen sivil İsrail ajanlarının bocalamaları ve terör konusunda güç dengelerini lehine çevirmeye başaran Arap örgütün bağlantıları filme gerçekçilik katan unsurlardan. Yaşananlardan ders alan insanların şimdi olsa daha farklı davranacakları tahmin ediyorum. Olayların politik sebebi veya sonuçlarını değil de, insanlığı sorgulatan bir film, izlenmesini tavsiye ediyorum. Filmin yönetmeni efsanevi isim Steven Spielberg, başlıca rollerinde ise Eric Bana, Daniel Craig, Methieu Kassovitz ve ülkesinde buz prensesi olarak tanınan Ayelet Zurer bulunuyor.

"We deposit money from a fund that doesn't exist into a box we don't know about, in a bank we never set foot in. We can't help you because we never heard of you before. You'll do what the terrorists do. You think they report back to home base? They don't. We want them dead."

23 Temmuz 2015 Perşembe

The Reader (Okuyucu) - 2008

Güzel bir tatil geçirdiğinizde veya lezzetli bir yemek yediğinizde, birkaç gün onun anısıyla yaşarsınız ya, işte bu film bende böyle bir etki bıraktı. Filmi izledikten sonra sahneleri ve replikleri uzun süre aklımdan çıkmadı, hatta normal şartlarda yaptığım bir şey olmasa da, filmi ikinci kere izledim. Film 1995 yılında anlatıcı Michael Berg'ün başından geçen trajik bir aşk hikayesini anlatmasıyla başlıyor. Flashback (anımsamalar) şeklinde ilerleyen sahnelerde kendimizi bir anda 1958 Almanya'sında buluyoruz. Henüz 15 yaşında olan Michael Berg'e çok hasta olduğu bir gün tanımadığı bir kadın yardım eder. İyileştikten sonra kadına teşekkür için evine giden Michael bu olgun ve gizemli kadından (Hanna Schmitz - Kate Winslet) etkilenir ve ilişkilerinin yönü değişir. Utangaç bir çocuktan tutkulu bir aşığa dönüşen Michael için artık yalnızca Hanna vardır. Hanna'nın hoyrat tavırlarına rağmen bir süre gizlice yürütülen ilişki, Hanna'nın bir gün ortadan kaybolmasıyla sona erer. Uzun süre bu ayrılığın acısıyla yaşayan Michael için hayatın sürprizleri henüz sona ermemiştir. Hukuk Fakültesine başlayan Michael, öğrenci-gözlemci olarak katıldığı Savaş Suçları Mahkemesinde 8 yıldır görmediği Hanna Schmitz ile karşılaşır. Sanık sandalyesinde oturan ve eskiden sevdiği bir kadını aslında ne kadar tanıdığını sorgulayan Michael, davanın seyrini değiştirecek bir sırrı da fark eder. Hem Alman gençliğinin Almanya'nın utanç dolu geçmişini sorgulaması hem de iyi ve kötünün durum ve olaylara göre nasıl değiştiğini gösteren çok başarılı bir yapıt: Yerimde olsaydınız siz ne yapardınız?

Film için yapılan olumlu eleştirilere katılıyorum, filmin senaryosu çok sağlam bir temelde ilerliyor ve oyuncuların performansı övgüyü hak ediyor. Film hem konu hem de oyunculuk anlamında şimdiye kadar izleyip beğendiğim filmler arasında rahatlıkla ilk üçe girer.  Ancak maalesef film hakkında yapılan olumsuz eleştirilere katılamıyorum. Zira filmi tek götüren kişi Kate Winslet değil, itiraf edelim ki David Kross'un (genç Michael) performansı çok etkileyiciydi. Bununla beraber, İngilizceyi çok iyi bilen bir toplum olduğumuz için herkes oyuncuların neden Alman aksanıyla İngilizce konuştuğu ve Almanca konuşması gerektiğinden dem vurmuş. Nasılsa filmi alt yazıyla izliyorsun, farzet ki Almanca konuşuyorlar, bu gerçekten önemli mi?

Bernhard Schlink'in aynı adlı romanından senaryolaştırılan filmin yönetmenliğini İngiliz yönetmen Stephen Daldry yapıyor. Başrollerde genç Michael rolünde David Kross, olgun Michael rolünde Ralph Fiennes ve Hanna rolünde Kate Winslet yer almaktadır. Kate Winslet'in oyunculuğuyla pek çok ödül kazanan filmin başarısının bir sebebinin de romana sadık kalması olduğu söylenenler arasında (en kısa zamanda okuyacağım). Siz de bu dramatik aşk hikayesine biraz zaman ayırmaz mısınız?
 
"I'm not frightened. I'm not frightened of anything. The more I suffer, the more I love. Danger will only increase my love. It will sharpen it, it will give it spice. I will be the only angel you need. You will leave life even more beautiful than you entered it. Heaven will take you back and look at you and say: Only one thing can make a soul complete, and that thing is love."

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Sakıncalı Düşünceler (Dangerous Minds) - 1995

Filmin konusu yabancı değil, belalı bir sınıf (toplumun dışlanmış kesiminden gelen öğrencilerin bulunduğu) ve onlarla ilgilenmeye, onları anlamaya çabalayan bir lise öğretmeni. Bugün itibariyle çekilmiş bir film olsaydı, klişe bile denilebilirdi ancak filmin hem gerçek bir hikayeden uyarlanmış olması hem de çekildiği yıl itibariyle (1995) özgün olması sahip olduğu avantajlardan kabul edilebilir. Biyografi olmasının yanı sıra daha sonra çekilen benzerleri gibi güldürü amaçlamaması (gerilim-dram) da filmi farklı yapan unsurlardan. Filmde olaylar LouAnne Johnson isimli ve daha önce deniz kuvvetlerinde çalışmış bir öğretmenin özel sebeplerden dolayı öğrecilerinin büyük kısmı Afrikan-Amerikab veya Latin olan bir okulda çalışmasıyla başlar. Sınıfın öğrencileri sorunlu ve belalı olunca LouAnne öğrencileri ile iletişim kurmakta oldukça zorlanır. Zaten hayata karşı pek umutları olmayan öğrencilerin ders dinlemek veya öğrentmene saygı duymak gibi bir dertleri de yoktur. İlk derse denizcilik yıllarında öğrendiği karate ile başlayan ve öğrencilerin ilgisini çekecek şiirler ve küçük yarışmalarla yavaş yavaş iletişim kurmaya çalışan LouAnne, bu çocukların yalnızca lise mezunu olmak dışında topluma daha çok uyum sağlamalarına yarayacak bir çabaya da girişecektir. Filmin gerçek yaşamdan etkilenmesinin bir sonucu olacak ki, filmde hiçbir şey toz pembe değildir, ve aynen gerçek hayattaki gibi, karşımıza her zaman "güzel tesadüfler" çıkmayacaktır. LouAnne Johnson'un "My Posse Don't Do Homework" isimli anı kitabından Ronald Bass tarafından senaryolaştırılan bu filmi hala izlemeyen varsa, daha fazla beklememesini tavsiye ederim (kitabın sanırım Türkiye'de baskısı yok, bulamadım).

Filmin yönetmenliğini  John N. Smith yapıyor, LouAnne rolünde Michelle Pfeiffer ve onun okuldaki öğretmen arkadaşı rolünde de George Dzundza'yı görüyoruz. Filmin müzikleri de vakti zamanında çok sevilmiş, özellikle Coolio'nun Gangsta's Paradise şarkısı 90'larda gençlerin sevilen parçalarından olmuş (ben anımsamıyorum takdir edersiniz ki :)). Filmde sözü geçen lise, Kalifornia'daki Carlmont High School, ayrıca ek bilgi olarak, film vizyona girmeden önce eleştirmenlerden negatif yorumlar almış, fakat 1995 yazında şaşırtıcı bir şekilde müthiş bir gişe hasılatı yakalayan film, daha sonra başroldeki Michelle Pfeiffer'in performansının da övülmesiyle şimdi kült filmler arasında yer almaktadır.

What, are you gonna give me some advice? Just say no? Well, forget it! How the fuck are you gonna save me from my life, huh?

14 Temmuz 2015 Salı

Vidocq (Dark Portals: The Chronicles of Vidocq) - 2001

Filmin çok şey vadettiği söylenemez ancak içerdiği fantastik unsurlar ve zeki kurulmuş olay örgüsü hoşuma gitti. Filmin ilk sahnesinde cam fabrikasına benzer bir yerde ortada yanmakta olan dev ocağa düşen ve yok olan bir adam (Vidocq) ve onu ilzeyen ayna maskeli esrarengiz bir adamı (Alchemist) görüyoruz. Filmde olaylar bu ölümden sonra Paris'e hakim olan korku ve Vidocq'un neden öldürüldüğü sorusundan sonra başlamaktadır. Zira Vidocq polisle arası iyi olan ünlü bir dedektiftir ve çok mühim birkaç kişinin suikastını araştırmaktadır. Tam bu noktada devreye Vidocq'un hayatını yazmaya niyetlenen ve olayı araştırmaya gönüllü genç bir gazeteci girer: Etienne Boisset. Boisset kimin ne kadar bilgi bildiğini araştırmak için Vidocq'un araştırmalarını ve konuştuğu kişileri takip ederek olayların içine girer. Araştırma derinleştikçe, hiçbir şeyin dışardan göründüğü gibi olmadığı anlaşılır. Film izleyiciyi hiç sıkmadan büyük bir heyecanla ilerliyor ve sonunda tek soruyu cevaplandıran iki sürprizle karşılaşıyorsunuz: Katil kim?. Kurgu ve konu bütünlüğü oldukça başarılı, ayrıca, 19. yüzyılda Paris'te geçen polisiye bir hikayenin görsel efektlerle sunulması da filme artı katan unsurlardan. Ek bilgi olarak (eğer filmi beğenirseniz) 1946 yılında çekilen "A Scandal in Paris" filminde de Detektif Vidocq'un hayatının bir parçası anılarına dayanılarak anlatılmıştır.

Filmin yönetmenliğini yine başka bir fantastik-aksiyon tür olan "Kedi Kadın" ile tanıdığımız Pitof yapıyor (gerçek adı Jean-Christophe Comar olan Fransız yönetmenin görsel efekt yöneticiliği yaptığı pek çok ünlü film mevcuttur). Filmin başrolünde Fransız filmi denilince akla gelen Gerard Depardieu ve Guillaume Canet bulunmaktadır. Film özellikle çekildiği dönem itibariyle (2001) görsel anlamda çok ilerde, bu nedenle izlenilmesini tavsiye ediyorum, özellikle senaryosunun Jean-Christophe Grange'e ait olduğu düşünülürse :).

"I believe I might have become a perpetual spy, so far was every one from supposing that any connivance existed between the agents of the public authority and myself."

Dedektif Vidocq'un hayatı & anıları hakkında:
https://en.wikipedia.org/wiki/Eug%C3%A8ne_Fran%C3%A7ois_Vidocq

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Self / Less - 2015

Son yıllarda bilimkurgu filmlerinin çıtası çok yukarıdayken, böyle filmler görmek hüzün verici oluyor. Konusu itibariyle farklı olsa da, filmin işleniliş tarzı ve temellendirilmesi bana göre çok eksikti. Filmde görünüş itibariyle 60'lı yaşlarının sonunda ve kanser hastası (ölmek üzere) bir adamın çok gizli bir şekilde yürütülen "beden nakli" operasyonunu kabul etmesi ve sonrasında yaşadığı ikilemler anlatılıyor. Çok hırslı ve zengin bir adam olan Damien, iş hayatında acımasız ve aile ilişkilerinde berbattır. Yaşlanmanın da getirdiği bir hayata bağlanma psikolojisiyle, oldukça pahalı olan bu operasyonu kabul eden Damien, yeni bedene girdikten sonra operasyon konusunda yeterince bilgilendirilmediğini fark eder ve kafasında bazı konularda şüpheler belirir. Yaşadığı halüsinasyonlar ve yaptığı araştırmalar da bu şüpheleri güçlendirecek nitelikte olunca, Damien ile operasyonu yapan gizli ekip arasında bir kaçma-kovalama başlar. Filmin buradan sonrası bir aksiyon ve vicdan muhasebesi şeklinde geçiyor. Aksiyon sahnelerini başarılı buldum ancak filmin her soruya yanıt veren güçlü bi kurgusu olduğu söylenemez. Zira filmin asıl noktarı olan "öz"ün başka bir bedene transferi bilimsel veya felsefik, hiçbir açıdan temellendirilmiyor. Yalnızca bedenler MR makinesi gibi bir şeyin içine alınıyor ve diğer sonuca geçiyoruz. Hem bilimsel birkaç teori hem de "Tanrı"yı oynamanın getirdiği bazı tartışmaların filmde anlatılmasını beklerdim.
 
Yönetmenin Hint asıllı olmasından kaynaklanıyor olsa gerek, ben filmde bir "reenkarnasyon" izlenimi aldım (öz kaybolduğunda size ne olduğunun da bir açıklaması yok). Tam olarak ruhun bir beden ölünce başka bedene girmesi şeklinde olmasa da, canlı bedenin bir taşıyıcı olduğunu vurgularcasına, "öz" ön plana çıkarılmış (bu konuyu daha uzun tartışabilirim). Filmin yönetmenliğini ilk olarak 2000 yılında Jennifer Lopez'in oynadığı "Hücre" filmi ile tanınan ve fantastik filmleriyle bilinen Tarsem Singh yapıyor. Filmin oyuncuları ise Ryan Reynolds, daha önce birkaç filminden bahsettiğimiz Ben Kingsley ve Latin kadın oyuncu Natalie Martinez. Daha önce de belirttiğim gibi, film bir kaide üzerine temellendirilmemişti ancak bu Tarsem Singh'in başka bir filmini izlememe engel olmayacak.

"You built an empire from the ground up. People will insist that your buildings make you immortal. Now, as you slip away, do you feel immortal? ... We offer humanity's greatest minds more time to fulfill their potential. Designed to offer you the very best of the human experience."

9 Temmuz 2015 Perşembe

Amazing Grace (Özgürlüğün Şarkısı) - 2006

Filmde İngiltere'de 18. yüzyılda köle ticaretinin oldukça yaygın olduğu bir dönemde bu ticaretin insanlık dışı olduğunu ve kaldırılması gerektiğini düşünen birkaç kişinin mücadelesi anlatılmaktadır. İngiliz Parlamentosuna seçilen muhafazakar siyasetçi William Wilberforce ve arkadaşı William Pitt'in en büyük arzuları 18. yüzyılın büyün bir sorunu haline gelen köle ticaretini tamamen kaldırmak ve yasal olmaktan çıkarmaktır. Siyasetin içindeki kişiler olsalar da, bu gayeleri kolaylıkla yerine getirilebilir değildir, zira köle ticaretinden büyün gelir elde eden kişiler/kurumlar vardır ve tahmin edilebileceği üzere, politikacılar arasında da azımsanmayacak destekçileri bulunmaktadır. Yalnızca köle ticaretinden para kazananlar değil, İngiltere ekonomisinin büyük bir yıkıma uğrayacağını düşünenler de Wilberforce'a muhalefet etmektedir. Önceleri birkaç kişi olsalar da, zamanla yaptıkları sıra dışı protestolar sayesinde hem kamuoyunun hem de parlamentodan pek çok kişinin desteğini kazanan Wilberforce, yaşadığı tüm zorluklara rağmen, asla mücadelesinden vazgeçmeyen bir dava adamı olarak İngiliz siyaset tarihi içinde önemli bir kişiliktir. İngiltere hem ekonomik hem de siyasal açıdan köleliğin tamamen kaldırılmasına henüz hazır olmasa da, amacını gerçekleştirmeye kararlı olan Wilberforce mevcut yasaları kullanmayı deneyecektir. Bununla beraber, John Newton'un "Amazing Grace" şiiriyle bu mücadeleye destek olmasıyla politikanın kamuoyu ile şekillendiği gerçeğini bir kez daha fark ediyoruz.  
 
William Wilberforce'un gerçek yaşam hikayesinden esinlenilen film tür olarak size hitap ediyorsa mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Michael Apted'in yönetmenliğini yaptığı filmde, Wilberforce'u Fantastik Dörtlü ile tanıdığımız Ioan Gruffudd canlandırıyor. William Pitt rolünde ise Benedict Cumberbatch'ı görüyoruz. Ayrıca yeri gelmişken Wilberforce'un İngiltere - Hull'daki evinin ilk kölelik müzesi olarak ziyarete açıldığını da belirtelim, belki yolunuz düşer.
 
"I wish I could remember all their names. My 20,000 ghosts, they all had names, beautiful African names. We'd call them with just grunts, noises. We were apes, they were human."

Amazing grace! How sweet the sound
That saved a wretch like me!
I once was lost, but now am found;
Was blind, but now I see.
...........
When we’ve been there ten thousand years,
Bright shining as the sun,
We’ve no less days to sing God’s praise
Than when we’d first begun. (John Newton)

7 Temmuz 2015 Salı

Jurassic World - 2015

1991 yılında Michael Crichton tarafından yazılan romanın 1993 yılında Steven Spielberg tarafından sinema filmi olarak çekilmesiyle tüm dünyada bir "dinozor" furyası başlamıştı. Tabi, yaşım itibariyle hayal meyal anımsadığım bir dönem olsa da, oyuncaklar, maketler, yapbozlar, etiketler üzerinden çocukların hoşuna giden bir piyasa oluşturulduğunu fark etmemek mümkün değildi. Dolayısıyla kendi yaş grubumdan pek çok kişinin Jurassic World'u büyük bir heyecanla beklediğinden eminim :). Jurassic World, bir önceki film gibi Kosta Rika yakınlarındaki Isla Nublar adasında geçiyor, ancak isminden de anlaşılacağı üzere, artık sıra dışı bir park olmanın çok ötesinde, burada her yıl milyonlarca kişinin ziyaret ettiği teknoloji ve eğlencenin iç içe olduğu büyük bir dünya yaratılmış. Ancak bir sorun var ki, o da ziyaretçi sayısının her yıl azalması. Buna çözüm bulmak amacıyla, parkın sahibinin de talimatıyla melez dinozor türleri üretilir ve insanların ilgilerinin sürekli canlı tutulmasına çalışılır. Dünyada var olan hayvan türlerinin de genlerinin kullanılmasıyla yeni yaratılan bir dinozor türünün tahmin edilemeyecek şekilde tehlikeli ve zeki olmasının ardından bir de kafesinden kaçmayı başarmasıyla adada çok ciddi bir sorun baş gösterir. Öyle ki, bu yeni üretilen Indominus Rex (T-Rex'ten çok daha büyük bir yaratık), yarı raptor olmasının yanında bir tür kurbağa geniyle kamufle olma ve yılan geniyle termal ısı algılama yetisi ile adadaki insanlar için büyük bir tehlike arz etmektedir.

Sevilse de sevilmese de, sinema tarihinin önemli serilerinden olan Jurassic Park serisinin son filmi Jurassic World'un yönetmeni Safety Not Guaranteed filmiyle tanıdığımız Colin Trevorrow. Film kullandığı görsel efektler ve bilim-kurgu unsurlarıyla zevkle izleniyor, sırf bu yüzden bazı klişe sahneleri ve zorla araya sıkıştırılan romantizmi bile affedebiliyorsunuz :). Filmin gişe amaçlı çekilmiş olduğu yönündeki eleştirileri bile göz ardı edebilirsiniz, zira size eğlenceli birkaç saat vadediyor.

"Nothing in Jurassic World is natural, we have always filled gaps in the genome with the DNA of other animals. And if the genetic code was pure, many of them would look quite different. But you didn't ask for reality, you asked for more teeth."