16 Nisan 2018 Pazartesi

Suyun Sesi (The Shape of Water) - 2018

Bu hafta sonu hakkında yapılan olumlu yorumların da etkisiyle bu filmi izledik. Aslında konunun siyaset & bilim çatışması arasında sıkıştırılmış aşk & vicdan çerçevesinde olması filmi klişe yapıyor ancak filmin müzikleri ve geçtiği dönem itibariyle dekorları başarılıydı, konuyu eleştirsem de dekorları beğendim. Film, soğuk savaşın e döneminde (tahminimce 60'lı yıllarda) geçmektedir ve diğer Hollywood filmlerinin aksine başroldeki kadın (Elisa) konuşma engelli ve silik bir tiptir. Ortada gizli ajanların cirit attığı bir dönemde Elisa yüksek güvenliği olan gizli işlerin çevrildiği bir laboratuvarda temizlikçi olarak çalışmaktadır. Kapı komşusu ressam Giles ve çalıştığı laboratuvardan arkadaşı Zelda dışında kimsesi olmayan Elisa, konuşma engeli nedeniyle insanların da pek arkadaş olmak isteyeceği birisi değildir. Günün birinde Elisa tropik bir bölgeden gizlice kaçırılan, kaçırıldığıbölgede tanrı gibi tapınılan ve suda yaşayan bir yaratığın laboratuvara getirildiğini fark eder. İşaret dilini kullanarak yaratıkla iletişime geçen Elisa bulduğu her fırsatta yaratığın yanına giderek zamanla onunla gizli bir bağ kurar. Herhangi ortak bir dili konuşmayan iki canlının işaret dili ile kurduğu bu yakınlık zamanla Elisa'nın hayatında çok şeyi değiştirecek ve Amerikan istihbaratını karşısına almak pahasına da olsa, daha önce aklından bile geçirmediği işlere kalkışmasına neden olacaktır.


Filmin yönetmeni Hellboy filminin de yönetmenliğini yapmış olan Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, oyuncuları ise Sally Hawkins, Michael Shannon (Amerikan ajanı),  Richard Jenkins (Giles), Doug Jones ve Octavia Spencer (Zelda). İlk kez Venedik Film Festivali'nda gösterilen film, Toronto ve Londra Film Festivallerinde de gösterilmiş ve 13 dalda oscar ödüllerine aday gösterilen film 4 dalda oscar kazanmış. Aslında son zamanlarda bu Akademi ödüllerinin neye göre verildiğini sorgulamaktayım. Mutlaka "azınlıklar, eşcinseller, siyasi çekişmeler, ezilen yalnız insanlar, siyahiler" gibi içeriklerden bahsedilen filmlere öncelik verilmesi de eleştiriye açık bir konu. İyi bir filmin "mutlaka" bunları konu etmesine gerek bulunmamalı diye düşünüyorum.


"If I told you about her, what would I say? That they lived happily ever after? I believe they did. That they were in love? That they remained in love? I'm sure that's true. But when I think of her - of Elisa - the only thing that comes to mind is a poem, whispered by someone in love, hundreds of years ago: "Unable to perceive the shape of You, I find You all around me. Your presence fills my eyes with Your love, It humbles my heart, For You are everywhere."

7 Nisan 2018 Cumartesi

Onur Savaşı (The Hunt) - 2012

Anımsarsanız geçtiğimiz haftalarda Adana'da on üç yaşında kızının sözüne güvenerek cinsel saldırıda bulunduğunu iddia ettiği genç adamı öldüren babadan sonra olayın iftira olduğu ortaya çıkmıştı. İlk önce cinsel saldırıda bulunduğu iddia edilen genç aleyhine sosyal medyada pek çok şey yazılıp çizildi, olayın iftira olduğu ortaya çıkınca da genç kız hakkında benzer şeyler yazıldı. Peki bu olaydan neden bahsettim? Onur Savaşı (Jagten) da kendisini benzer bir olayın ortasında bulan bir adamın yaşadıklarını konu edinmektedir. Eşinden boşanan ve henüz ergenlikteki oğlu ile de uzak kalan yalnız bir adam olan Lucas, hayatını düzene koyabilmek için bir kreşte iş bulur. Bu arada hayatına da bir kadın girince hayatındaki bazı konuları düzene koyduğunu düşünür. Ancak çalıştığı kreşte en yakın arkadaşı Theo'nun beş yaşındaki minik kızının öylesine söylediği bir söz yavaş yavaş büyüyen bir infial yaratır. İlk olarak kreşteki öğretmenlerinin duruma el koyması ile kreşteki işini kaybeden Lucas, olayın büyümesiyle en yakın arkadaşının dostluğunu, kasabada yaşayan insanların desteğini, kız arkadaşını yani kısaca her şeyini kaybeder. Elinden bir şey gelmeyen Lucas kendince bir onur savaşı başlatır ancak neyle suçlandığını bir tam olarak anlayamayan Lucas'ın elinde kendisini savunabileceği bir kanıt yoktur.
 
Danimarka yapımı olan filmin yönetmeni yine Danimarkalı olan Thomas Vinterberg, oyuncuları ise Mads Mikkelsen, Alexandra Rapaport ve Thomas Bo Larsen. Film Cannes Film Festivalinde ilk gösterildiğinde çok beğenilmiş ve başrol oyuncusu olan Lucas rolüne hayat veren Mads Mikkelsen en iyi erken oyuncu dalında ödül kazanmış. Mikkelsen'in bu kadar başarılı bir performanstan sonra böyle bir ödüle layık görülmesi şaşırtıcı bir şey değil elbette. Ancak olayın etkileri ve Lucas'ın yaşadıkları o kadar ağırdır ki film bittikten sonra Mikkelsen'in oyunculuğunun yanında yüreğinize oturan bir rahatsızlık duygusu ile baş başa kalıyorsunuz. Filmin insana neler hissettirdiğini biraz da olsa anlayabildiğinizi düşünüyorum, hala izlemek isterseniz iyi seyirler!

"I want a word with Theo. Look into my eyes. Look me in the eyes. What do you see? Do you see anything? Nothing. There's nothing. There's nothing. You leave me alone now. You leave me alone now, Theo. Then I'll go. Thank you."