24 Nisan 2014 Perşembe

DJANGO Unchained - 2013

Sevilen yönetmen Quentin Tarantino'nun son zamanlardaki filmlerinden birisi olan Django'yu bir vesile ile izledim. Amerikan İç Savaşından önce, köleliğin daha baskın olduğu Amerika'nın güney bölgesinde geçen filmde Vahşi Batı'da ödül avcılığı yapan ("Bounty Hunter") Alman asıllı kovboy King Schultz ile bir şekilde yolu kesişen Django'nun (zenci bir köle) hikayesi anlatılmaktadır. Schultz ve Django beraber Güney’in en çok aranan suçlularının peşine düşerler. ‘Avlanma’ hünerini her geçen gün geliştiren Django’nun artık tek bir hedefi vardır: köle ticareti yüzünden kaybettiği eşi Broomhilda’yı bulmak ve onu kurtarmak. Bu hedef onları Broomhilda'nın yeni sahibi ve köleleri dövüştürerek para kazanan kötü şöhretli “Candyland” çiftliğine ve çiftliğin sahibi olan Calvin Candie’ye (Leonardo DiCaprio) kadar götürür. Schultz'un taviz verdiği Django gibi, Calvin Candie'nin de taviz verdiği bir zenci arkadaşı vardır: Stephen (Samuel L. Jackson). Stephen'in hayat tecrübesi işlerin çığırından çıkmasına sebep olur. Quentin Tarantino'nun uzun süre üzerinde çalıştığı Western türündeki filminin başrollerinde Jamie Foxx (Django), Christoph Waltz (King Schultz) yer alırken, Kerry Washington (Hildy), Leonardo DiCaprio ve Samuel Jackson gibi oyuncular da kadronun zenginleşmesine olanak sağlamış.

Quentin Tarantino'nun doksanlarda çektiği filmler çok sevildi ve kendisi dünya çapında bir üne kavuştu. Kill Bill, Reservoir Dogs (Rezervuar Köpekleri), Jackie Brown, Pulp Fiction (Ucuz Roman) vb. filmleri muhtemelen pek çok kişinin ilk on listesindedir. Bu film ile de bir şaheser olmasa da eğlenceli ve karizmatik bir hikaye yaratmış. Fırsatınız olursa izlemenizi tavsiye ederim.
 
Zincirsiz, harikülade silahlı çatışma sahnelerinin Ennio Morricone müziği ve rap şarkılarının karışımı ile desteklendiği bir şiddet opusu, ve inanın bana, bu iyi bir eleştiri. Jamie Foxx'un canlandırdığı Django kötü köle tacirlerini kurşunla doldurup vücut parçalarını muazzam kan fışkırmaları ile (dandik CGI kan değil, neyse ki pratik kan efektleri kullanılmış) patlatıp da  duvarlar gerçek anlamıyla kırmızıya boyandığında, kendimizi "blaxploitation" aracılığıyla spagetti western cennetinde buluyoruz.

"When there are clouds in the skies, and they are grey.
You may be sad but remember that love will pass away.
Oh django!
After the showers is the sun.
Will be shining…”

16 Nisan 2014 Çarşamba

Enemy at the Gates - 2001

Yıllardır hep bir şekilde adını duyduğum bir filmdi. Biraz tesadüf eseri olarak sonunda izleme fırsatı buldum. Fransız bir yönetmenin kumandasında ABD- İrlanda - Almanya ve İngiltere ortak yapımı film İkinci dünya Savaşı sıralarında (sanırım 1942 yılında geçiyor) Alman işgali altındaki Sovyetler Birliğinde geçmektedir. İşgal edilerek İkinci Dünya Savaşının brutal yıkımı ile karşı karşıya kalan Stalingrad, bütün bunlar yetmezmiş gibi iki keskin nişancının ego savaşına da şahit olmaktadır. Rus keskin nişancı Vasili Zaitsev (Jude Law - ki kendisi bu tür filmlere çok yakışmaktadır) ve Alman komutan Erwin König (Ed Harris)'in arasındaki bu "soğuk savaş" gerçek bir olaya dayanmaktadır (William Craig'in aynı isimli kitabından uyarlanmıştır). Tabi bu sırada vatanına hizmet için bir araya gelen okumuş bir grup (Rachel Weisz, Danilov) ve vatanına ihanet eden sefil bir rus gencine de değiniliyor (bu mesaj çok ilginç, yani vatanda hizmetin okumuşlukla veya sınıf farklılıklarıyla ilişkilendirilmesi eleştirilebilecek bir yön kanaatimce). Filmin atmosferi çok iyi oluşturulmuş ve savaş filmlerinden hoşlananlar için unutulmaz sahneleri de var. Ancak filmin dar bir bölgede küçük bir grubun çatışmasına odaklanması, genel bir çerçeveyi görmemi engelledi. Filmin İkinci Dünya Savaşı hakkında veya Sovyet işgalinin nedenleri ve sonuçları hakkında çok bilgi verdiğini söyleyemem (ancak aşk, onur ve kahramanlık konularına odaklanabilirsiniz - Hollywood klişesi). Film izlenebilir, yine de tercih size kalmış!
 
Historians suggest that, while Zaitsev was a real person, the story of his duel (dramatised in the film) with König is fictional. Although William Craig's book Enemy at the Gates: The Battle for Stalingrad includes a "sniper's duel" between Zaitsev and König, the sequence of events in the film is fictional. Zaitsev, in an interview claimed to have engaged in a sniper duel over a number of days. Zaitsev, the only historical source for the story, stated that after killing the German sniper, and on collecting his tags, he found that he had killed the head of the Berlin Sniper School. No sniper named König has ever been identified in the German records.

Filmi izleyenler ve izlemeyecek olanlar için not: Gerçek Vasilli Zaitsev filmde anlatılan olaylardan sonra Stalingrad muharebeleri sırasında bir mayına basarak kör kalmış.

13 Nisan 2014 Pazar

Kaptan Amerika: Kış Askeri - 2014

"Marvel Comics"in kahramanları arasında en sevdiğim olmasa da, takip ettiğim bir karakter Kaptan Amerika. İlk yenilmezler filminde buzun içine gömülen Kaptan Amerika bu filmle günümüze dönüyor (biraz daha gelişmiş bir teknolojiyle buzları çözülerek günümüzde hayata döndürülüyor diyebiliriz - ki bu iki yıl önceydi). Marvel Comics'in kahramanları az sayıda olmadığından, sıklıkla devam filmi niteliğiyle birkaç tanesi bir araya getirilerek eğlenceli bir film ortaya çıkarılabiliyor. "Iron Man", "Thor" ve devam filmleri olan Avengers'den sonra bu film SIELD'in biraz daha içine girerek bazı şeylerin sonunu getiriyor. Öyle ki, modern dünyaya yavaş yavaş uyum sağlayan Kaptan Amerika (not defteri ile önemli olayları not alarak normal insanlarla arayı kapatmaya çalışıyor) tecrübesizliğinden olsa gerek, dünyanın 21. yüzyılda geçiriği değişimlerin farkına varamıyor ve 70 yıl öncesine göre hayatın önceliklerinin değişmiş olması bir anlamda onu rahatsız ediyor (mesela özgürlükler ve alanları). Biraz faşist bir örgüt olan HYDRA'nın tüm teknoloji ve gücü elinde bulunduran bir kurumun içine tümüyle sızmış olduğunun fark edilmesi bu tür oyunlara alışık olmayan Kaptan Amerika'nın paranoyaklaşmasına sebep oluyor. Aslında Kaptan Amerika hayatının dersini bu filmde Nick Fury'den almış olabilir: Sakın kimseye güvenme!

Evrene eklemlenen neredeyse her filmde olduğu gibi yenilikler içeriyor Captain America: The Winter Soldier. Daha ciddi, daha karanlık bir mesele üzerine eğiliyor. Tipik bir süper kahraman filmi olmaktansa komplo teorisi gerilimi olmayı seçiyor, devletin gözetim sınırlarını, kontrol mekanizmalarını, çürümüşlüğünü ana merkezine alıyor.  S.H.I.E.L.D'in dünya barışı için olası tehditleri anında ortadan kaldırmak için geliştirdiği sistemi, HYDRA'nın gelecekte kendi için potansiyel arıza çıkarak insanlar üzerinde kullanma amacı gütmesi eksenine yerleştiriyor bizi. Klasik 'insanlık için verimli olabilecek bir icat kötülerin eline geçerse ne olur?' hikayesini ,içerdiği 'şüphe duygusu' ve kendi türü içerisinde azımsanmayacak sosyo politik göndermelerle sağlamlaştırıyor.
 
Teknoloji kullanımı ve fantastik hikayesi sebebiyle filmi sevdim. Ancak Kaptan Amerika'nın bu filmde biraz geri planda kaldığı ve Falcon ve diğer karakterlerin en az kendisi kadar dikkat çektiği kanaatindeyim. Bununla beraber, teknoloji kullanımı her ne kadar etkileyici de olsa, kendi içinde çelişmekteydi. Neredeyse insan gibi düşünebilen ve hareket geçen yüksek teknolojili bir araç varken, gemideki bir rehin alma operasyonu yine insanlar aracılığıyla ve neredeyse kaba kuvvetle çözülüyor? Teknolojimiz birini yaratabilecek boyuttayken, diğeri ne alaka olabilir o halde?

Her neyse; Kaptan Amerika'nın devamı niteliğindeki bu filmde Chris Evans, Samuel L. Jackson, Neal McDonough, Anthony Mackie ve Scarlett Johansson ("Kara Dul") gibi görmeye alışık olduğumuz yüzler var (Filmin yönetmeni Anthony Russo ve Joe Russo).

"To build a better world, sometimes means tearing the old one down... and that makes enemies."

5 Nisan 2014 Cumartesi

How I Met Your Mother - TV Series (2005-2014)

Evet, "How I Met Your Mother" (HIMYM)'ın son bölümünün (9. sezon Epizot 23-24) yayınlanmasıyla, dokuz yıllık bir serüven de sona erdi :). Başlayıp bitirdiğim seriler arasında (yalnızca Dexter vardı zaten) artık bu serinin de yer aldığını belirteyim öncelikle. Diğer bir husus da, neden olduğunu bilmiyorum ama Amerikan sitcomlarını seviyorum! Belki çok kafa yormaya gerek olmadığı ve eğlenceli olduğu içindir. Günün/haftanın yorgunluğuna iyi geliyor. Ayrıca genellikle bölümleri 20-25 dakikadan ibaret olduğu için pek yormadan hap gibi izleyip başka bir şey yapabiliyorsunu (uyubilirsiniz mesela). HIMYM; kahramanlardan birinin ("Ted Mosby")'nin çocuklarına anneleriyle nasıl karşılaştığının hikayesini anlatırken (2030 yılı) bir grup arkadaşı ile günümüzde (2006-2014) başından geçenlerin hikayesidir. Farklı bir espri anlayışı olan serinin oyuncuları da kendilerine özgü tarzları sayesinde pek çok ödül almış (Alyson Hannigan, Favorite TV Comedy Actress, HIMYM, Favorite Network TV Comedy, Neil Patrick Harris, Favorite TV Comedy Actor).

Son bölümü izlediğimde biraz boşlukta hissetmedim değil. Neden böyle oldu? Dizinin son sezonunu bekleyen kişilerin de bu finali beğenip beğenmediklerinden emin değilim ancak benim umduğum gibi olmadı. Her biten şeyin sonunu eleştirmek zorunda mıyım bilemedim :) Yine de hüzünlendim. Umarım siz sevmişsinizdir.