23 Haziran 2015 Salı

Leon (Sevginin Gücü) - 1994

Kült filmlerden sayılan ve IMBD puanı 8,6 olan filmi bir tavsiye üzerine izledim. Orijinal adı "Leon: The Professional" olan film, 1994 yılında vizyona giren Fransız yapımı bir filmdir. Vizyona girdiği tarihte nasıl bir tepki aldı veya beğenildi mi bilmiyorum ancak ben filmi çok beğendim. Gerçek hayatta yaşanılabilirliği bir ölçüde tartışmalı olsa da, hareketli kurgusu ve sürekli akan olay örgüsüyle filmde hiç sıkılmadım (110 dakikalık bir film zaten). Filmde profesyonel bir tetikçi olan, kendi sert kuralları çerçevesinde yalnız yaşayan Leon'un 12 yaşındaki bir kız (Mathilda) ile yolunun kesişmesi ve arkadaşlık ilşkisi anlatılmaktadır. Mathilda yozlaşmış bir polis çetesi ile uyuşturucu işi yürüten babasının bir yerde işleri berbat etmesi sonucu polisler tarafından tüm ailesi öldürülünce tesafüden hayatta kalır. Gizemli komşu Leon'a sığınan Mathilda, bir süre sonra Leon ile birlikte alışık olmadığı bir hayata başlar. Leon'dan tetikçiliğin sırlarını öğrenmeye çalışan Mathilda'nın artık hayattaki tek amacı ailesini öldüren kişileri ortadan kaldırmaktır. Ancak zamanla kendisine tek iyi dravanan kişi olarak addettiği Leon'a karşı aşk olduğunu düşündüğü hisler duymaya başlar (aslında yaşadığı şey tam da hayranlıkla karışık sevgidir). Durum Leon için de farklı değildir, hayatının büyük kısmını yalnız ve sevgisiz geçiren bir adamın da kendisine sevgi gösteren küçük bir kıza sevgiden de öte bağlanması şaşırtıcı değil. Bu nedenle filme bu yönde yapılan eleştirileri isabetli bulmuyorum ancak bir tetikçinin profili ile 12 yaşındaki kızın hayata bakışı filmdeki gibi olmamalıydı, bu açıdan yapılan eleştirilere katılıyorum.
 
Filmde Mathilda rolünde Natalie Portman (ilk filmidir ve filmde 13 yaşındadır) Leon rolünde ise Jean Reno'yu görmekteyiz. Yozlaşmış polis çetesinin başındaki kişi ise Gary Oldman, tetikçilik işleri yaptıran mafya rolünde de Danny Aiello bulunmaktadır. Filmin yönetmenliğini tanınmış yönetmen Luc Besson yapmaktadır. İyi seyirler!
 
- You need some time to grow up a little.
- I finished growing up, Léon. I just get older.
- For me it's the opposite. I'm old enough. I need time to grow up.

Luc Besson'un blogda bulunan diğer filmleri:

Beşinci Element: http://sinemubi.blogspot.com.tr/2015/01/besinci-element-fifth-element-1997.html

Lucy: http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/08/lucy-2014.html

15 Haziran 2015 Pazartesi

Battle for Sevastopol (Bitva za Sevastopol) - 2015

Rusların yapmayı çok sevdiği filmlerden biri ile karşı karşıyayız: Sivastopol için Savaş. Film İkinci Dünya Savaşı'nda orduya katılarak 309 düşman askerini öldüren (Almanlar) keskin nişancı bir Rus kadının hayatını anlatmaktadır. Filmin içeriğine ne kadar kurgu eklendi bilmiyorum ancak Lyudmila Pavlichenko gerçekten 1916-1974 yılları arasında yaşamış bir Sovyet keskin nişancısı, hatta dünya tarihinin en başarılı kadın keskin nişancısı olarak da kabul edilmektedir. Film Pavlichenko'nun askerlik anılarına daha çok odaklanmakta, çocukluğu veya savaş bittikten sonraki yaşamı hakkında pek az bilgi verilmektedir. Ancak üniversitede tarih okurken orduya katılan Pavlichenko'nun savaştan sonra da tarihçi olarak bir kariyer sürdürdüğünü (donanma belgelerini araştırma görevlisi olarak) anlayabiliyoruz. Filmde Pavlichenko'nun atış yeteneğini keşfedişinden itibaren aldığı askeri eğitim, savaş günleri ve askeri başarısının yanı sıra aşkları da konu ediliyor. Bu açıdan çok şanslı olduğu söylenemez, neredeyse sevdiği herkesi kaybediyor (bir husus benim dikkatimi çekti, biraz da güç ve cesaretten hoşlanıyor kendisi). Filmin anlatıcısı ise, ilginç bir şekilde Amerikalı bir kadın, üstelik dönemin Amerikan Başkanı Roosevelt'in eşi Eleanor Roosevelt. Nasıl olup da bir Sovyet askeri ile Amerikan başkanının eşi arasında sıcak bir yakınlık doğabiliyor? Çünkü Pavlichenko 1942 yılında bir tanıtım ziyareti için Amerika Birleşik Devletleri'ne giden resmi bir ekipte görev alıyor  ve kendisi ABD Başkanı tarafından Beyaz Saray'da kabul edilen ilk Sovyet vatandaşı oluyor (özellikle seçilmiş olduğunu tahmin ediyorum).

Bu arada yeri gelmişken Pavlichenko'ya ilişkin birkaç ek bilgi de vermek isterim. Kendisine ait silahlar (ve resmi gezilerinde armağan edilenler) Moskova'da Merkez silahlı Kuvvetler Müzesi'nde sergilenmektedir. Ayrıca kendisine bir yaşarken bir de ölümünden sonra (1943 ve 1976 yıllarında)hatıra pulu basılmıştır. 1974 yılında vefat eden Pavlichenko'nun mezarı da Moskova'dadır (ki savaş yıllarında yaşadıklarından sonra erken ölmesine şaşırmamak gerekiyor).

Rus-Ukrayna ortak yapımı bir film olduğu için oyuncuları (bu sinemayı özellikle takip etmeyenler için) tanınmış yüzler değil. Pavlichenko'yu Yuliya Peresild, Eleanor Roosevelt'i ise Joan Blackham canlandırıyor. Filmin yönetmenliğini Sergey Mokritskiy yapıyor. Aslında neredeyse tamamen Rus propagandası olan filmin kanaatimce en çarpıcı sahnesi ise, Pavlichenko'nun Alman keskin nişancısını vurduktan sonra askerin cebinden çıkan aile fotoğraflarına hüzünle baktığı sahne.

12 Haziran 2015 Cuma

Dates - TV Series (2013)

İngiliz dizileri sanırım kendilerini Amerikan dizileri kadar tanıtamadıklarından, çok ilgi görmüyorlar. Ancak izlemiş olduğum İngiliz dizileri ile Amerikan dizileri arasında da izleyiş keyfi açısından büyük bir fark olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Dates de bu kapsamda insan ilişkilerine (romantik anlamda) odaklanan ve izleyiciyi fazla yormayan bir film. 2013 yılında başlayan seri sanırım devam etmeyi planlamış ancak yayınlanan dokuz bölümden sonra başka bir bölüm yayınlanmadığı için, bitmiş olduğunu düşünebiliriz. Her bir bölümde farklı oyuncuların ayrı randevularına odaklanan dizi birkaç bölümden sonra genel bir bütün oluşturmaya başlıyor (bir öndeki randevudan memnun ayrılmayan bir kişi iki bölüm sonra başka biriyle ortaya çıkıveriyor). Tabi bu randevuların ortak bir özelliği var: hepsinin online bir sitede tanışıp randevulaşması. Bir panorama çizmek adına toplumu yansıtabilecek herkese az da olsa değiniliyor: Gay veya lezbiyenler, silik veya dikkat çeken kadınlar ya da aldatma hikayesi gibi. Filmin oyuncuları (bölümlere göre değişse de) Oona Chaplin, Ben Chaplin, Will Mellor ve Gemma Chan ve birkaç kişi daha, her bir bölümü farklı bir yönetmen yönetse de, serinin yapımcısı Skins'in de yapımcısı olan Bryan Elsley. Hem tek sezon olması hem de bölümlerin ortalama 20 dakika olması dolayısıyla, bir cumartesi gününde bile oturup izleyebilirsiniz (bitirebilirsiniz). Çok başarılı bir dizi olmasa da hem eğlenceli hem de hayata dair birkaç ipucu var. IMDB'den 7,6 puan alması size bir fikir verebilir belki, iyi seyirler!


Diğer TV dizilerine ilişklin yorumlarım:

How I Met Your Mother
http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/04/how-i-met-your-mother.html
Dexter
http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/01/dexter.html
Black Mirror
http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/05/black-mirror-tv-series.html

9 Haziran 2015 Salı

San Andreas Fayı - 2015

Ne kadar Amerikan filmi klişesi varsa, bu filmde toplanmış gibi, tespit yapmaktan filme odaklanamadım :).  Bununla beraber, herhangi bir Jeoloji uzmanı veya deprembilim uzmanı filmi nasıl yorumlar bilemiyorum ancak filmde gösterilen ve yaşananlar bana doğa kanunlarından çok uzak göründü. Film yapılırken sanki mantığa oturmasın da yalnızca "full aksiyon" olsun diye bir amaçla yola çıkılmış gibi. Öncelikli olarak belirteyim, San Andreas Fayı Amerika Birleşik Devletleri'nde Kalifornia'nın güneyinden kuzeydoğu yönünde uzanarak San Francisco'nun yakınlarından denize doğru ilerleyen büyük yerkabuğu kırık hattıdır. Filmde bazı artçı sarsıntılardan sonra aktif hale gelen San Andreas fayının Kalifornia'dan Batı Kıyı Şeridi'nin tamamında meydana getirdiği felaketler gösterilmektedir. Tabi buna arama-kurtarma ekibinde görev alan Ray'in depremden etkilenen ve farklı şehirlerde olan eski karısı Emma ve kızı Blake'i kurtarma operasyonu da diyebiliriz. Aslında filmde görsel efektlerin yanında asıl sahnelenen unsur Ray'in yaşadıkları, geçmiş hesaplaşması, ailevi sorunları ve sorumlulukları. Yaşanan deprem felaketinde herkes hayatını kaybederken biz çok önemli olduğu için Ray'in özel hayatına odaklanıyoruz. Üzülerek söylüyorum ki filmin daha önce izlediğiniz Roland Emmerich filmlerinden fazlası yok, ancak eksikleri olabilir. Bazı şeyleri açıklamaya çalışmaktansa, "felaket filmi" adı altında izlemeniz filmi biraz sevmenizi sağlayabilir. Bu arada filmde tespit ettiğim ve eleştirdiğim bazı klişeler (liste daha uzar aslında):

- Emma'nın daha eşinden ayrılmadan hemen zengin (ancak karaktersiz) sevgili yapmış olması
- Çiftin ayrılmasına ve birleşmesine sebep olan "boğulma" sembolü
- Ray'de bulunan sınırsız yetenekler (öncelikle adam ölmüyor, ayrıca doğuştan şanslı, tüm araçları kullanmasını biliyor ve sanırım peygamber).
- Zorlama şekilde araya sokulmuş aşk kırıntıları
- Amerikan filmlerinin olmazsa olmazı, "küçük çocuk kurtarma ve kurtarırken ölme" sahnesi
- Son anda bir felaketten kurtulma olayının abartılması
- Neyse ki yok dediğimiz anda ortaya çıkan dev Amerikan bayrağı,

Filmde izlenecek bir husus var: görsel efekt. Benim bir filmde aradığım efekt ve tekniktir diyorsanız, filmi izleyebilirsiniz, ya da Dwayne Johnson (Ray) hayranıysanız da neden olmasın. Filmin yönetmeni Brad Peyton, Emma ve Blake rollerinde Carla Gugino ve Alexandra Daddario bulunmakta. İyi seyirler!

Emma: What do we do now?
Ray: We rebuild.

8 Haziran 2015 Pazartesi

Güzel ve Çirkin (La Belle et la Bete) - 2014

Yıllar önce okuduğum ve anımsadığım hikaye ile tamamen uyumlu olmadığını fark etsem de, genel anlamda filmi beğendim. Hikayeyi okudunuz mu bilmiyorum ama bir şekilde aşina olduğunuzu düşünüyorum. Ben okumayı çocukluğumdan bu yana sevdiğimden, hemen hemen tüm masalları ve farklı versiyonlarını okumuştum. Dolayısıyla filmde "film etkisi" verilmek için tırmandırılan aksiyonu daha rahat gözlemleyebildim. Bildiğiniz üzere, olaylar bir tüccarın üç kızı ile beraber (filmde oğulları da var) tüm mal varlığını kaybedip, kırsal bir alana yerleşmesiyle başlıyor. Şehri son ziyaretinde lükse alışmış kızlarının taleplerini karşılayamayan tüccar en azından küçük kızı Güzel'in (Belle) kırmızı gül isteğini yerine getirebilmek için içinde çok güzel güller bulunan bir bahçeden br gül çalar. Çirkin (bahçe sahibi, The Beast, La Bete) bu izinsiz alınan gülün bedelini tüccarın tahmin etmediği şekilde talep edince, Güzel bu korkutucu şatoda Çirkin ile beraber yaşamaya başlar. Bir süre sonra şatonun pek de dışardan göründüğü gibi karanlık bir yer olmadığını fark eden Güzel'in fikirleri de yavaş yavaş değişecektir. Aslında ben şu an size ana hatlarıyla masalı anlattım, film de Güzel'in şatoya gelmesi ve burada yaşayıp Çirkin hakkındaki fikirlerinin değişmesinden daha fazlası var. Özellikle Güzel'in şatoya girmesinden sonra tüccarın oğullarının geçmişinden kaynaklanan bazı heyecanlı/gerilimli olaylar da yaşanıyor ancak bu kısımlar sanırım seyirciye sürpriz yaşatmak için konulmuş.

"Güzel ve Çirkin" masalının uyarlaması olan film masalsı ögeleri fazlasıyla güzel yansıtmış, özellikle şatonun bahçesi ve diğer unsurlar çok fantastikti, eleştirebileceğin bir husus Güzel ve Çirkin arasında gerçekleşen yakınlaşmanın biraz yüzeysel kalmasıydı. Korku ve fantastik türlerde film yapmayı seven Christophe Gans'ın bu filmin yönetmenliğini yaptığını düşünürsek, gerilim unsurlarını da daha iyi anlayabiliyoruz. Fransız yapımı bir film olduğundan başrollerde de Fransız oyuncular Vincent Cassel ve Léa Seydoux yer alması da şaşırtıcı değil. Daha önce de birkaç versiyonu çekilen filmi (1946 ve 1991) izlemenizi tavsiye ederim, özellikle fantastik türlerden hoşlanıyorsanız.

Belle: Who does this castle belong to?
Bete: Everything here belongs to me
Belle: You talk like any other man. It's a little disappointing.

5 Haziran 2015 Cuma

Get on Up - 2014

Yaşamının son yılında İstanbul'da da bir konser veren James Brown'un (1933-2006) hayatını anlatan film sanırım Türkiye'de henüz vizyona gitmedi (o nedenle filmin Türkçe adını yazamıyorum). Kilise korolarında söylediği şarkılardan R & B müzik ve soul müziğe doğru yelken açan James Brown'un yirminci yüzyıl dünya müzik tarihine olan katkısı tartışılamaz (kendisi Soul müziğin babası olarak bilinmektedir - The Godfather of Soul). Get on Up, James Brown'un Güney Karolina'nın sefil bölgelerinde başlayan hayatının Atlanta'da ne şekilde yükseldiğini hayatının farklı zaman dilimlerinden kesitler sunarak anlatıyor. Filmin başındaki James Brown'a ait tuvaletin başkası tarafından kullanılmasına verdiği aşırı tepki (Georgia, 1988) ve hayatının diğer dönemlerinde hem arkadaşları hem de kadın partnerleriyle olan ilişkilerine baktığımızda sanatçının normal bir psikolojiye sahip olmadığını söyleyebiliriz. Kaldı ki, çocukluğa dair anılar ve ilk suçunu on yedi yaşında işlemesi de (silahlı soygun) tepki verdiği olayları açıkla niteliktedir. Profesyonel hayatında başarılı pek çok kişi gibi, James Brown'un da sosyal hayatını çok iyi idare edebildiği söylenemez, belki de babasını örnek aldığından olsa gerek, kadınlarla ilişkileri de çok saygılı değil (en azından filmde gösterildiği kadarıyla). Elbette dört dörtlük olması beklenmezdi ancak bazı detayların bu şekilde aktarılmasının rahatsızlık verdiğini de söyleyebiliri. Ayrıca 1992 yılında "Grammy Hayat Boyu Başarı Ödülü" alan James Brown'un müzik kariyerine daha çok değinilmesini tercih ederdim ancak filmi daha fazla uzatmak istemediler sanırım (oynadığı ve müziklerinin film müziği yapıldığı filmlere de değinilmemiş). Bununla beraber hayatının son dönemlerini (hastalıkla mücadele ettiğini düşünürsek) filme yansıtmamalarını eleştirecek değilim.

Filmde dünya müzik tarihine de damgasını vuran James Brown'ı Chadwick Boseman canlandırıyor, filmin yönetmeni "Duyguların Rengi" filmiyle tanıdığımız genç yönetmen Tate Taylor. Diğer oyuncularbenim sinemada alışık olduğum simalar değili o nedenle yazmıyorum. Soul müziğe ilginiz varsa veya biyografik filmlerden hoşlanıyorsanız, filmi izlemenizi tavsiye ediyorum (hoşlanmıyorsanız da izleyebilirsiniz).

"You special. Your mama's a no account fool, your daddy too, but you ain't going to be. You gonna be okay. One day, everybody going to know your name."

4 Haziran 2015 Perşembe

Camp X-Ray - 2014

Filmden bahsetmeden önde, Camp X-Ray hakkında bilgi vermek yerinde olur sanırım. Kamp X-Ray, Amerika Birleşik Devletleri'nin 2002 yılından bu yana askeri hapishane olarak kullandığı Guantanamo Kampının bir bölümüne verilen isimdir. İşkence veya ölümler yaşanmış mıdır bilmiyorum ancak Amerikan yönetiminin Cenevre Anlaşmasını ihlal ederek hukuk dışı tutuklamalar yaptığı pek çok kez tartışılmış bir konudur. Filmin ana konusu, bir Amerikan askeri ile (Amy Cole) bir tutuklu (Ali Amir) arasında yaşanan tuhaf yakınlaşmadır. "Aşk" olarak nitelendirilemese de, bir "hoşlanma" veya "empati kurma" denilebilir. Amy Cole, Amerika'da yaşadığı kasabaya sığmayan ve bu nedenle orduya yazılmış olan genç bir kadındır. İlk görev yeri olan Guantanamo kampı yaşadığı tecrübelerden sonra hayata bakışını tamamen değiştirecektir. Ali Amir ise, kendi deyimiyle yıllardır suçsuz yere özgürlüğü kısıtlanmış bir tutukludur. Küçük bir kasabadan gelen tecrübesiz bir genç kızın üniversite bitirmiş, Harry Potter serisini okumaktan hoşlanan ve akıcı bir dille İngilizce konuşan birinden etkilenmesi de çok sıra dışı bir durum olmasa gerek. Belki de, Guantanamo'da geçirdiği süre boyunca kendisini hapiste gibi hisseden Amy Cole yalnızca tutukluların duruma üzülmüştür. Bu arada, filmde çok çarpıcı sahneler vardı; özellikle esirlere "Prisoners (esir)" diye hitap eden bir askerin komutanı tarafından "Detainees (tutuklu)" olarak düzeltilmesine Amy Cole'un yaptığı açıklama: "Prisoners are subject to the Geneva convention... detainees are not."
 
Senaryonın ne kadar objektif olduğu ayrı bir tartışma konusu, ama ben Kristen Stewart'ın performansını beğendim. Yönetmenliğini Peter Sattler'in yaptığı filmde, Kristen Stewart'a Ortadoğu'lu esir rolünde  İranlı oyuncu/senarist ve yönetmen Peyman Moaadi eşlik ediyor.
 
Film hakkında, Guantanamo Kampındaki en ağır işkence iki saatte bir oda değiştirmek değildir herhalde, diye yorum yapanlar olmuş. Peki filmde gösterilenleri birkaç tık arttırın, ama bir de Amerikan askerlerinin oradaki esirlerin ülkesinde onların eline esir düştüğünü hayal edin, neyle karşılaşırlardı? Sonuçta Amerikan yapımı bir film izledik diye Amerikan askerlerini de aklayacak değiliz. Gerçeği ne kadar yansıttığını ben bilmiyorum ama etkileyici bir film. İzlemenizi tavsiye ederim.
 
Ali: You were saying that stop Hannibal Lecter, so I have to know what Hannibal Lecter is, then I stop doing that.
Amy: He's a guy in a movie that talks too much.
Ali: I haven't heard about this movie.
Amy: Well, it's probably banned where you're from, anyway.
Ali: You mean in Germany?

1 Haziran 2015 Pazartesi

The Equalizer (Adalet) - 2014

Denzel Washington hangi filmde oynarsa izleriz diyenler için yapılmış bir film sanırım :). Zira eğlenceli olması ve kolay izlenmesi dışında filmin sinema dünyasına sanırım herhangi bir katkısı yok, ayrıca tamamen bir Hollywood klişesi. Duyduğuma göre 1985-1989 yılları arasında aynı isimle yayınlanan bir TV dizisinden esinlenilerek film haline getirilen The Equalizer, bir yapı markette işçi olarak çalışan Robert McCall'un kendi algısına göre "Adalet" dağıtmasını konu alıyor. Böyle diyince, Dexter Morgan gibi, gündüz işine giden gece seri katilleri öldüren bir karakterin akla gelmemesi adına açıklama gereği hissettiğim bir husus var: McCall gizemli geçmişini geride bırakarak, herkes gibi sakin bir hayatın peşinde olan, emekliliğinde "Ölmeden önce okunması gereken 100 kitabı" bitirmeye çalışan,  her gece oturduğu sokaktaki bir gece restoranına takılan dakik ve sıkıcı bir  adamdır. Hayatında çalışma arkadaşları ve geceleri restoranda üç beş kelam ettiği eskort bir Rus kızdan başka kimse yoktur. Günün birinde bu eskort kızın muhabbet tellalı tarafından feci şekilde dövülüp hastanelik edildiğini öğrenince duruma kayıtsız kalamayarak olaya kendince müdahele eder. İşin arkasında Rusya merkezli büyük bir Rus mafyasının bulunması olayları içinden çıkılmaz bir hale getirince, sonuna kadar gitmeye karar verir (bu kısımlarını John Wick gibi düşünebilirsiniz, siz hepiniz ben tek).
 
Konusu ve aksiyon sahneleriyle tam bir klişe olsa da, izlemesi keyifli bir film, özellikle McCall'un muhteşem gösterilerinden önce kafasında durum değerlendirmesi yapıp süre belirlemesi filmi sevdiren unsurlardan. Daha sonrasında ise, hiçbir şey olmamış gibi kaldırımda yürümesi de bana enteresan geldi, suçlu olsun kahraman olsun, herkes bu şekilde günlük hayata karışıp gidiyor. Filmin başrolünde daha önce bahsettiğim gibi Denzel Washington var, kendisine pek rol çalamasa da, Chloe Grace Moretz eşlik ediyor. Filmin yönetmenliğini "İlk Gün", "King Arthur" ve "Tetikçi" filmlerinden tanıdığımız Antoine Fuqua yapıyor.

"..I've done some bad things in my life, Nicolai... Things I'm not proud of. I promised someone I love very much that I would never go back to being that person... But for you, I'll make an exception."