30 Aralık 2018 Pazar

Bohemian Rapsody - 2018

Queen grubunu ve Freddie Mercury adını daha önce duymuştum ancak birkaç tane en bilinen şarkıları haricinde Queen şarkılarını düzenli olarak dinleyen hayranlardan da birisi değildim.

4 Temmuz 2018 Çarşamba

Sibirya Berberi - 1998

Daha önce Sovyet döneminin anlatıldığı filmleri izlemiştim ancak Çarlık Rusya'sına ait tek izlediğim film 2012 yapımı olan Anna Karenina filmiydi.

23 Haziran 2018 Cumartesi

Şark Ekspresinde Cinayet - 1974

Birkaç ay önce 2017 yapımı "Doğu Ekspresinde Cinayet" filmi  hakkında kısa bir yazı yazmıştım, bu hafta da Agatha Christie'nin bu ünlü eserinin 1974 yapımı olan filmini izledim. Aslında eser zaten giriş-gelişme-sonuç açısından değiştirilmesi pek mümkün olmayan bir gerilim senaryosuna sahip olduğundan ve bir trende geçtiğinden aynı filmi iki kere izlemişim gibi hissettim. Yani tahmin edeceğiniz üzere her iki filmin de konusu aynı, filmde 1930'lu yıllarda karlı bir kış gününde İstanbul'dan Paris'e giden ve içinde tesadüfen Hercule Poirot'nunda bulunduğu bir trende yaşanan cinayet ve bu cinayetin Poirot tarafından soruşturulması anlatılmaktadır. Amerikalı milyoner bir iş adamının yolculuğa çıkılan ilk gecenin sabahında (henüz tren Yugoslavya topraklarında iken) kompartımanında öldürülmüş halde bulunur. Hecule Poirot önce yerel yetkililer tarafından soruşturulması gerektiği düşüncesiyle bu işi soruşturmak istemez ancak trenin kara saplanıp kalmasıyla trende geçirdikleri zaman uzayınca, cinayetin dedektiflik soruşturmasını üstlenir. Poirot'nun belki en çok zorlandığı cinayet soruşturması budur zira öncelikle trene bindiği andan bu yana her şey olağan dışıdır, cinayetin işlendiği kompartımanda gereğincen fazla ip ucu vardır ve Poirot'un dedektif hisleri trendeki herkesten şüphelenmesi gerektiğini söylemektedir. Zorlu bir sürecin sonunda Poirot dedektifliğin etik ilkeleri ve vicdanı arasında kalacaktır.

1974 yapımı film de en az 2017 yapımı kadar başarılı idi, özellikle filmin ilk dakikalarındaki  İstanbul sahneleri eski İstanbul'un çok kısa bir belgeseli gibiydi. Filmin yönetmenliğini 1982 yapımı hukuk konulu bir film olan Hüküm (The Verdict) filminin de yönetmenliğini yapmış olan Sidney Lumet yapmaktadır, oyuncu kadrosu ise çok zengindir: Albert Finney (Poirot), Lauren Bacall, Sean Connery, Ingrid Bergman, Anthony Perkins, Jacqueline Bisset gibi dönemin tanınmış oyuncuları filmde rol almaktadır.Agatha Christie'nin İstanbul'da Pera Palas'ta kaldığı dönemde yazdığı romanından uyarlanan bu film, dönemin eleştirmenleri tarafından en iyi uyarlaması olarak kabul edilmiştir. Tabi bunda oyuncu kadrosunun da rolü olduğunu tahmin ediyorum.

Not: Filmin Sirkeci garındaki sahnelerindeki Arap sarıklı kişiler, çarşaflı kadınlar, fesli insanlar filmin yayınlandığı dönemde Türkiye'deki sinemaseverler tarafından büyük eleştiri almış ve Türkiye'ye karşı yaşanan önyargılı tutumu gözler önüne sermiştir.

"Ladies and gentlemen, you are all aware that a repulsive murderer has himself been repulsively, and, perhaps deservedly, murdered."

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Molly's Game - 2017

Molly's Game, Molly Bloom tarafından 2014 yılında yayınlanan ve Molly Bloom'un kendi hayatının bir kesitini yazdığı "Molly's Game: The True Story of the 26-Year-Old Woman Behind the Most Exclusive, High-Stakes Underground Poker Game in the World" kitabından esinlenilerek suç draması olacak şekilde filme çekilmiş. Kitap filme aktarılırken ne kadar orijinaline sadık kalındı bilmiyorum ama  akıcı bir senaryosu olduğu ve izleyiciyi içine çekmeyi başardığı için ben filmi beğendim. Özellikle erkeklerin yoğun olduğu bir sektörde herkese sözünü geçirebilecek derecede güçü bir kadın karakterin de beni ayrıca etkilediğini söyleyebilirim. Filme gelince;  filmdeki hikaye Molly Bloom'un (Jessica Chastain) FBI markajına alınıp tutuklanmasıyla başlar ve tutuklandıktan sonra kendisine bir avukat arayışına giren Molly Bloom'un "avukat adayı" Charlie Jaffey (İdris Elba) ile yaptığı özel görüşmelerle devam eder. Bu görüşmede geçmişte gerçekten ne yaşandığı merak eden Charlie'nin olayı sorgulamasıyla, Molly Bloom dünya çapında bir serbest stil kayakçı iken 2002 Kış Olimpiyatları'nda yaralanarak sonrasında nasıl "oyun kurucu"luğuna başladığını açıklar. Yeraltı poker dünyasında kendisine hatrı sayılır bir yer edinen Molly bir süre sonra tutkularına yenilerek daha fazlasını hedefler. Zamanla Hollywood ünlülerinin ve mafyanın da olaya dahil olmasıyla işler çığırından çıkınca, Molly Bloom gibi hırslı ve zeki bir kadın bile işin içinden nasıl çıkacağı konusunda tereddüte düşecektir.

Filmin yönetmenliğini yapan Aaron Sorkin, film sektöründe tanınan birisi olsa da ilk yönetmenlik deneyimini Molly's Game ile yapmış ve öğrendiğim kadarı ile farklı projelerde de yönetmen olarak görev alacakmış. Yönetmen olarak iyi bir başlangıç yaptığını düşünüyorum. Filmin oyuncuları; Jessica Chastain, Idris Elba, Kevin Costner ve Michael Cera olarak kısaca belirtilebilir. Kısaca diyorum zira filmdeki hikayenin doğal bir sonucu olarak çok falza yüz & insan ile karşılaşacaksınız ve bu da bir süre sonra karakterleri akılda tutmayı zorlaştıran bir unsur. Ben filmi yargılama sahneleriyle bir bütün olarak hukukçu gözüyle izledim ancak "poker" oyununa meraklıysanız sizin filmden daha farklı bir keyif alacağınızı düşünüyorum. İyi seyirler!

"This is a true story, but except for my own, I've changed all the names and I've done my best to obscure identities for reasons that'll become clear."

3 Mayıs 2018 Perşembe

Kök (I Origins) - 2014

Film bence çok iddiali başlamıştı ancak sonunda biraz hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Aslında filmde büyük bir potansiyeli olan ve ilginç bir konu işleniyordu, neden bu kadar sönük bir şekilde sona erdi ben de bir an için anlayamadım. Filmin konusu; moleküler biyoloji uzmanı ve laboratuvarda "gözün görme yetisi" üzerine çalışmalar yapan bir araştırma görevlisi olan ve insan gözlerinin fotoğraflarını çekmek gibi tuhaf bir hobisi olan Ian'ın başından geçenler üzerine kurgulanmış. Ian asistanı Karen ile birlikte oldukça iddialı ve bilim dünyasında devrim yaratacak bir konu üzerinde çalışmakta ve Tanrı'nın varlığını ya da spiritüel & metafiziksel konulara olan ilgiyi yadsımakta, her şeyin bilim ile açıklanabileceğini savunmaktadır. Bir gün gözlerinin fotoğrafını çekerken tesadüfen karşılaşıp aşık olduğu ruhani konulara çok ilgi duyan Sofia ile tanışır ve ilişkilerinin boyutu ilerleyince evlenme kararı alırlar. Hayatın Ian ve Sofia için farklı planları olduğu için talihsiz bazı durumlardan sonra hayat kendisini bambaşka bir yöne doğru yönlendirir. Aradan uzun bir zaman geçince Ian, hala yüzleşemediği geçmişinin şimdiki hayatını da etkilemeye başladığını fark eder ve bilim ile cevap bulamadığı soruları cevaplandırabilmek için Hindistan'a doğru yola çıkar.


Filmin yönetmeni daha önce benzer tarzı olan Another Earth filminin de yönetmenliğini yapmış olan Mike Cahill, oyuncu olarak ise genç bilim adamı Ian rolünde Michael Pitt, asistanı Karen rolünde Brit Marling, Sofia rolünde ise Astrid Berges-Frisbey bulunuyor. Filme neden tam ısınamadığımı düşününce belki de bu oyuncuların rollerinin hakkını vermemesiydi diye düşünüyorum. Filmin ilk bölümünde -asansör sahnesine kadar diyelim- başroldeki erkek karakteri severken ikinci bölümünden -asansör sahnesinden sonra- donukluğundan dolayı yavaş yavaş kendisinden soğudum. Diğer kadın karakterleri ise zaten film boyunca tam manasıyla anlayamadım. Senaryo açısından yine ilk bölümdeki felsefi tartışmaları beğendim, ikinci bölüm ise biraz daha gerçek dışı geldi. Ancak zaten filmin türü bilim-kurgu olduğundan, bu bölümde çok düşünmemek, daha geniş bir açıdan bakarak bazı şeyleri böyle bir dünya varmış gibi kabul etmek gerekir. Bu açıdan baktığımda sevebiliyorum. Film hakkında yapılan yorumları okuduğumda, bazı insanların filmi severken bazılarının ise pek hoşlanmadığını gördüm, demek ki yaşadığım ikilem o kadar da sıra dışı değil. Siz de izleyip kararınızı verebilirsiniz. İyi seyirler!


"When the big bang happened, all the atoms in the universe, they were all smashed together into one little dot that exploded outward. So my atoms and your atoms were certainly together then, and, who knows, probably smashed together several times in the last 13.7 billion years. So my atoms have known your atoms and they've always known your atoms. My atoms have always loved your atoms." 

16 Nisan 2018 Pazartesi

Suyun Sesi (The Shape of Water) - 2018

Bu hafta sonu hakkında yapılan olumlu yorumların da etkisiyle bu filmi izledik. Aslında konunun siyaset & bilim çatışması arasında sıkıştırılmış aşk & vicdan çerçevesinde olması filmi klişe yapıyor ancak filmin müzikleri ve geçtiği dönem itibariyle dekorları başarılıydı, konuyu eleştirsem de dekorları beğendim. Film, soğuk savaşın e döneminde (tahminimce 60'lı yıllarda) geçmektedir ve diğer Hollywood filmlerinin aksine başroldeki kadın (Elisa) konuşma engelli ve silik bir tiptir. Ortada gizli ajanların cirit attığı bir dönemde Elisa yüksek güvenliği olan gizli işlerin çevrildiği bir laboratuvarda temizlikçi olarak çalışmaktadır. Kapı komşusu ressam Giles ve çalıştığı laboratuvardan arkadaşı Zelda dışında kimsesi olmayan Elisa, konuşma engeli nedeniyle insanların da pek arkadaş olmak isteyeceği birisi değildir. Günün birinde Elisa tropik bir bölgeden gizlice kaçırılan, kaçırıldığıbölgede tanrı gibi tapınılan ve suda yaşayan bir yaratığın laboratuvara getirildiğini fark eder. İşaret dilini kullanarak yaratıkla iletişime geçen Elisa bulduğu her fırsatta yaratığın yanına giderek zamanla onunla gizli bir bağ kurar. Herhangi ortak bir dili konuşmayan iki canlının işaret dili ile kurduğu bu yakınlık zamanla Elisa'nın hayatında çok şeyi değiştirecek ve Amerikan istihbaratını karşısına almak pahasına da olsa, daha önce aklından bile geçirmediği işlere kalkışmasına neden olacaktır.


Filmin yönetmeni Hellboy filminin de yönetmenliğini yapmış olan Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, oyuncuları ise Sally Hawkins, Michael Shannon (Amerikan ajanı),  Richard Jenkins (Giles), Doug Jones ve Octavia Spencer (Zelda). İlk kez Venedik Film Festivali'nda gösterilen film, Toronto ve Londra Film Festivallerinde de gösterilmiş ve 13 dalda oscar ödüllerine aday gösterilen film 4 dalda oscar kazanmış. Aslında son zamanlarda bu Akademi ödüllerinin neye göre verildiğini sorgulamaktayım. Mutlaka "azınlıklar, eşcinseller, siyasi çekişmeler, ezilen yalnız insanlar, siyahiler" gibi içeriklerden bahsedilen filmlere öncelik verilmesi de eleştiriye açık bir konu. İyi bir filmin "mutlaka" bunları konu etmesine gerek bulunmamalı diye düşünüyorum.


"If I told you about her, what would I say? That they lived happily ever after? I believe they did. That they were in love? That they remained in love? I'm sure that's true. But when I think of her - of Elisa - the only thing that comes to mind is a poem, whispered by someone in love, hundreds of years ago: "Unable to perceive the shape of You, I find You all around me. Your presence fills my eyes with Your love, It humbles my heart, For You are everywhere."

7 Nisan 2018 Cumartesi

Onur Savaşı (The Hunt) - 2012

Anımsarsanız geçtiğimiz haftalarda Adana'da on üç yaşında kızının sözüne güvenerek cinsel saldırıda bulunduğunu iddia ettiği genç adamı öldüren babadan sonra olayın iftira olduğu ortaya çıkmıştı. İlk önce cinsel saldırıda bulunduğu iddia edilen genç aleyhine sosyal medyada pek çok şey yazılıp çizildi, olayın iftira olduğu ortaya çıkınca da genç kız hakkında benzer şeyler yazıldı. Peki bu olaydan neden bahsettim? Onur Savaşı (Jagten) da kendisini benzer bir olayın ortasında bulan bir adamın yaşadıklarını konu edinmektedir. Eşinden boşanan ve henüz ergenlikteki oğlu ile de uzak kalan yalnız bir adam olan Lucas, hayatını düzene koyabilmek için bir kreşte iş bulur. Bu arada hayatına da bir kadın girince hayatındaki bazı konuları düzene koyduğunu düşünür. Ancak çalıştığı kreşte en yakın arkadaşı Theo'nun beş yaşındaki minik kızının öylesine söylediği bir söz yavaş yavaş büyüyen bir infial yaratır. İlk olarak kreşteki öğretmenlerinin duruma el koyması ile kreşteki işini kaybeden Lucas, olayın büyümesiyle en yakın arkadaşının dostluğunu, kasabada yaşayan insanların desteğini, kız arkadaşını yani kısaca her şeyini kaybeder. Elinden bir şey gelmeyen Lucas kendince bir onur savaşı başlatır ancak neyle suçlandığını bir tam olarak anlayamayan Lucas'ın elinde kendisini savunabileceği bir kanıt yoktur.
 
Danimarka yapımı olan filmin yönetmeni yine Danimarkalı olan Thomas Vinterberg, oyuncuları ise Mads Mikkelsen, Alexandra Rapaport ve Thomas Bo Larsen. Film Cannes Film Festivalinde ilk gösterildiğinde çok beğenilmiş ve başrol oyuncusu olan Lucas rolüne hayat veren Mads Mikkelsen en iyi erken oyuncu dalında ödül kazanmış. Mikkelsen'in bu kadar başarılı bir performanstan sonra böyle bir ödüle layık görülmesi şaşırtıcı bir şey değil elbette. Ancak olayın etkileri ve Lucas'ın yaşadıkları o kadar ağırdır ki film bittikten sonra Mikkelsen'in oyunculuğunun yanında yüreğinize oturan bir rahatsızlık duygusu ile baş başa kalıyorsunuz. Filmin insana neler hissettirdiğini biraz da olsa anlayabildiğinizi düşünüyorum, hala izlemek isterseniz iyi seyirler!

"I want a word with Theo. Look into my eyes. Look me in the eyes. What do you see? Do you see anything? Nothing. There's nothing. There's nothing. You leave me alone now. You leave me alone now, Theo. Then I'll go. Thank you."

19 Mart 2018 Pazartesi

Yeter (Enough) - 2002

Geçtiğimiz hafta sonu tesadüfen bu filme denk geldim ve filmde gelişen olayların heyecanına kapılarak sonuna kadar izledim.

4 Mart 2018 Pazar

La Casa De Papel - 2017 / 2018

Son zamanlarda çok fazla izlendi, hakkında çok konuşuldu. Bu nedenle bende de bir merak uyandı ve ben de La Casa De Papel'i izledim. Muhtemelen ben bu yazıyı yazana kadar pek çoğunuz bu seriyi izlemiş  ve hakkında konuşulacak her şeyi konuşmuş olacak ama olsun :). Dizinin menşei İspanya ve özgün halinde birinci sezon 9 ikinci sezon 6 bölümde olmak üzere 15 bölüm mevcut. Ancak Netflix ilk sezonu 13 bölüm olarak daha kısa bölümler (40 dakikalık) şeklinde izleyiciye sunmuş ancak ikinci sezonu ben yine 6 bölüm olarak (60 dakikalık) izledim. Aslında kısa bir dizi bile sayılabilir. Zaten mutlaka konusunu bir yerde okumuş yada duymuşsunuzdur: Profesör lakaplı ve zeki bir adam ülkenin Kraliyet Darphanesi'ni soymaya karar verir ve bu kararı için işlerinde uzman olduğunu düşündüğü suçlulardan sekiz kişilik bir ekip kurarak aylarca plan yapar. Ekipteki kişiler de birbirlerini belirledikleri "şehir" isimleri ile tanımaktadır. Profesör her türlü ihtimali hesaba katarak kusursuz bir plan hazırlar ancak bir ihtimal hala aleyhinedir: İnsan faktörü. İşin içinde insanlar varsa her şeyin yolunde gitmesi beklenebilir mi?

Keyifli, hızlı akan sahneleriyle aksiyon dolu bir seri olduğu için izlemesi kolay oluyor. Ancak görsel şölene önem verildiği için bazı mantık hataları da yok değil. Tabi asıl amaç sürekli hata bulmak değil de izlenen andan zevk almak olursa daha keyifli bir seyir yaşanabilir diye düşünüyorum. Filmin yönetmeni Alex Pina, oyuncuları ise Ursula Corbero, Alba Flores, Miguel Herran, Itziar Ituno, Alvaro Morte, Pedro Alonso'dur. Karakterlerden de kısaca bahsetmekte fayda görüyorum:

Tokyo: Hikayenin anlatıcısı bu genç kadın. Hem güzel hem de azılı bir hırsız, biraz da uyumsuz birisi dolayısıyla ekip için tehlikeli.
Berlin: Profesörün ekip içinde en çok güvendiği kişi olsa gerek, sessiz görünen ama insanları iyi okuyabilen bir adam.
Nairobi: Hüzünlü bir geçmişe sahip ama geleceğini değiştirme niyetinde olan, diğerlerine göre daha aklı başına bir kadın.
Denver: Moskovanın oğlu, genç ve özünde iyi yürekli, empati yeteneği olan bir çocuk.
Moscova: Sessiz, kendisine verilen görevi yerine getiren ve her şeyden önce oğlunu düşünen bir baba.
Oslo ve Helsinki: İri yarı, korkutucu bir görünüme sahip ama biraz saf Sırp kuzenler, ayrıca pek konuşkan da değiller, tek özellikleri berilen görevi yerine getirmeleri.
Rio: Genç ve zeki bir çocuk, aynı zamanda gençliğin verdiği bir fevriliği de taşıyor. Aslında zayıf bir halka ama ekibin kendisine ihtiyacı olduğu su götürmez.

Ben iyilerin gerçekten iyi ya da kötülerin gerçek kötü olmadığına inandığım için bu seriyi beğendim. Ayrıca Dali maskelerini de sempatik buldum. İzlemek isteyenlere tavsiye ederim, iyi seyirler!

24 Şubat 2018 Cumartesi

Doğu Ekspresinde Cinayet - 2017

Agatha Christie'nin 1934 yılında yayınladığı bu romanını ilk okuduğum zaman da çok beğenmiştim, bu nedenle uzun zamandır filmini de izleme fırsatı kolluyordum. Bu filme özel olarak ilgi duyma nedenim aslında hikayenin İstanbul'da geçiyor olmasıydı. Agatha Christie çok tuhaf bir kadın, Mısır'dan Avrupa topraklarına kadar pek çok yeri gezmiş, gezdiği yerlerin hepsini polisiye romanlarına konu etmiş. Her ne kadar kısa ve karmaşık hikayeler kurgulasa da, bir şekilde kendini kanıtlamış bir yazar olduğu da su götürmeyen bir gerçek. Yazarın İstanbul'da başlayan bu polisiye hikayesinde; 1930'lu yıllarda İstanbul - Paris arasında sefer yapan Doğu Ekspresi'nde yaşanan bir cinayet konu edilmiştir. Ünlü dedektif Hercule Poirot'nun da yolculardan birisi olduğu tren, kış gününe rağmen tamamen doludur ve bu durum dedektifimizin sağduyusunu rahatsız etmektedir. Aynı gece trende Amerikalı bir milyonerin öldürüldüğü anlaşılır. Trende yaşanan her şeyden sorumlu olan kondüktör Hercule Poirot'dan bu olayı araştırmasını talep eder. Trendeki çok sayıda yolcuyu tek tek sorgulayan Poirot, her nedense tüm yolcuların bu cinayeti işlemek için bir gerekçesi olduğu kanaatinde kapılır. Bu durum olayın çözülmesini oldukça komplike hale getirmiştir ancak küçük bir çığ düşmesi sonucu yolların kapanmasıyla yolcular gidecekleri yere varmadan Poirot katili bulmak için biraz zaman kazanır.

Filmin yönetmeni Sindirella filminin de yönetmenliğini yapmış olan Kenneth Branagh, oyuncuları ise yine yönetmenin kendisi ile birlikte Johnny Depp, Michelle Pfeiffer, Daisy Ridley, Willem Dafoe, Penelope Cruz ve Josh Gad. Yönetmenin yakın zamanda çekimini tamamlamayı planladığı başka bir Agatha Christie filmi daha varmış: Nil'de Ölüm. Yine okuduğum kitaplardan birisi olduğu için heyecanla bekliyorum. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim,  Kenneth Branagh Hercule Poirot karakterine çok yakışmış, umarım diğer filmlerde de kendisi devam eder.

- [Speaking about black and white people] It is out of respect for both that I like to keep them separated. To mix your red wine and your white would be to ruin them both.

- I like a good rosé.

10 Şubat 2018 Cumartesi

Melekler ve Şeytanlar - 2009

Daha önce lise yıllarımda Dan Brown'un Melekler ve Şeytanlar kitabını okumuştum. Neden bilmiyorum ama Dan Brown'un kitaplarındaki detaylar hiç aklımda kalmıyor, belki art arda çok fazla bilgi ve aksiyonu bir arada sunduğu içindir, bilemiyorum. Kısa bir süre sonra Roma seyahati planladığım için, kitabın hikayesi Roma'da geçtiğinden filmini seyretmek istedim. Zaten kitabı da net anımsamadığım için filmde sürpriz bozan bir unsur da pek olmadı. Okuyanlar & izleyenler zaten bilirler, film Vatikan'da ve dolayısıyla Roma'da geçmektedir.

6 Şubat 2018 Salı

Moonlight (Ay Işığı) - 2016

Siyahi bir çocuğun hayatının üç ayrı dönemini anlatan Amerikan yapımı film bir kitaptan uyarlanmış.

19 Ocak 2018 Cuma

Arif v 216 - 2018

Cem Yılmaz bu ülkenin en sevilen komedyenlerinden birisi, bu nedenle herhangi bir komedi gösterisi veya sinema filmi büyük ilgi görüyor. Bazen filmleri izleyiciler tarafından beğenilmeyip eleştirilse de yine de çok sevildiği için kimse bir sonraki filmine gitmemezlik etmiyor :). Bu son filmi ise benim gözlemlediğim kadarı ile izleyiciyi ikiye böldü: Filmi pek sevemeyen Milenyum kuşağı ve seven diğerleri şeklinde. Cem Yılmaz bu filmde Türkiye'nin 40 yıl öncesi hakkında o kadar fazla gönderme ve espri yapmış ki bu durum yeni neslin filmi tam anlamıyla anlayamaması ve sevmemesine neden olmuş. Yeşilçam göndermelerinin yanında, Cem Yılmaz bu filmle ilk komedi filmleri Gora ve Arog'a da göndermeler yaparak (devamı niteliğinde zaten) komik bir zaman yolculuğuna çıkıyor. Gora'dan tanıdığımız Robot 216, insan olmak için dünyaya eski dostu Arif'in yanına geliyor. Ancak dünyalılar tarafından istenmeyen 216, peşine düşenlerden kurtulabilmek için Ceku'nun zaman makinesi ile yanına yanlışlıkla Arif'i de alarak 1969 yılına ışınlanır. Buradan sonra yaşananlar 60'ların İstanbul'u, sanatçıları, filmleri, komik olayları ile birlikte Arif'in de gelecekten geçmişe götürdüğü alışkanlıklarıyla ve birikimiyle şekillenir. Robot 216'nın dönemin en ünlü iş adamı olan Pertev oyuncaklarının sahibi Besim Toker'in sinsi planlarına ait olması sonucunda Arif'in bir misyonu daha ortaya çıkar: 2016'yı Besin Toker'in elinden kurtarıp hem Türkiye'nin hem de dünyanın korkunç geleceğini kurtarmak.


Filmin yönetmeni "Kocan Kadar Konuş" filmlerinin de yönetmenliğini yağmış olan Kıvanç Baruönü, oyuncuları ise saymak bitmez. Cem Yılmaz, Ozan Güven ve Seda Bakan'ın yanı sıra Farah Zeynep Abdullah, Zafer Algöz, Özkan Uğur, Özge Özberk, Çağlar Çorumlu, Mert Fırat, Ahu Yağtu gibi tanınmış pek çok kişi de kadroda yer alıyor. Ben kendi adıma filmde yapılan Yeşilçam filmlerinden ve selam gönderilen sanatçıların varlığından hoşlandım. Bununla beraber, oyuncuların kostümleri, mekan dekorları ve filmin müziklerini de etkileyici buldum. O nedenle filmi izlerken çok eğlendim ve size de tavsiye ederim. İyi seyirler şimdiden!


"Benim adım Arif! bizde her şey olur uzay konusunda yanlış olmaz."

15 Ocak 2018 Pazartesi

Loving Vincent - 2017

Resim kursundan arkadaşlarla program yapıp gösterimden kalkmadan bu filmi izledik. Aslında Aralık sonu gösterime girdi ama neden bu kadar çabuk seansları sona erdi anlayamadım, tahminimce Cem Yılmaz'ın yeni filmi nedeniyle salonlar olduğu için bazı filmler erken vizyondan kalktı. Ben kendi adıma bu filmi izleyebildiğim için mutluyum, filmin Van Gogh tarzı çizimler/fırça darbeleriyle ortaya çıkan resimlerin canlandırılması sonucu akıp gitmesi çok hoşuma gitti. Yalnızca ben Vincent Van Gogh'un hayatı hakkında bir film izleyeceğimi düşünmüştüm ancak film Van Gogh'un ölümünden sonra Armand Roulin'in yardımıyla şekillenen Van Gogh hakkında kısa bir hikaye kesitinden oluşuyor. Armand Roulin, ressamın Hollanda'dan arkadaşı olan ve resmini de yaptığı Postacı'nın oğlu. Van Gogh resim yapmaktan kalan vakitlerinin tümünü mektup yazıp Fransa'daki kardeşi Theo'ya göndermekle geçirdiği için Postacı ile çok yakındırlar. Auvers - Fransa'da bir doktordan tedavi görmekte olan Van Gogh'un ölüm haberinin ardından iade edilen son mektubunu Postacı'nın oğlu Armand Roulin asıl sahibi olan Theo'ya vermek üzere Fransa'ya doğru yola çıkar. Fransa'da vardığında Theo'nun da Vincent'in intiharından altı ay sonra vefat ettiğini öğrenen Armand, mektubu vermek üzere hayatta kalan bir akraba arayışı içine girer. Bu süreçte Van Gogh'un kaldığı pansiyon, tedavi gördüğü doktor ve son günlerinde yanında olan kişilerle konuşunca Vincent Van Gogh'un intiharının esrarının da peşine düşer.
 
Filmin yönetmenleri Dorota Kobiela ve Hugh Welchman, oyuncuları ise, daha doğrusu resimlerin yapılmasına ilham olan kişilerin birkaçı Douglas Booth, Chris O'Dowd, Saoirse Ronan. Birkaç yıl önce 125 ressamın yardımıyla yapılmaya başlanan ve heyecanla beklenen film kanaatimce verilen emeğin hakkını vermiş. Dahilikle delilik arasında gidip gelen ve modern resim sanatının öncülerinden kabul edilen Van Gogh'un esrarlı hayatına detaylı bir ışık tutulmamış olsa da, izleyiciye resimleri hakkında fikir vererek ressamın hayatı hakkında merak uyandırmayı başarabiliyor. Sefalet içinde yaşayıp ölen ve hayattayken yalnızca bir resim satabilen Van Gogh'un tablolarına şimdi paha biçilememesi de ayrı bir ironi tabi. Eğer Amsterdam'a giderseniz bir gün, Van Gogh Müzesi'ne giderek filmde canlandırılan önemli eserlerin orijinallerini de görebilirsiniz. İyi seyirler!
 
"Vincent said I was living a lie but he has lived in struggle for the truth."
 
"What am I in the eyes of most people - a nonentity, an eccentric, or an unpleasant person - somebody who has no position in society and will never have; in short, the lowest of the low. All right, then - even if that were absolutely true, then I should one day like to show by my work what such an eccentric, such a nobody, has in his heart."
 

5 Ocak 2018 Cuma

Bodrum Hakimi - 1976

Türkan Şoray'ın başrolünde oynadığı Bodrum Hakimi filmi aslında gerçek bir hikayeden esinlenilerek sinemaya uyarlanmıştır. Hakkında pek çok dedikodular ortaya atılan, çeşitli rivayetler çıkan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın hakimlerinden  Bodrum hakimi Mefaret Tüzün'ün açıklığa kavuşmamış ani intiharından esinlenilmiştir. Bodrum'a Kütahya-Tavşanlı'dan atanan Mefaret Hanım burada hoş bir kadın olduğu için dikkat çekmiş ve halkla iç içe olmasından dolayı halk tarafından oldukça sevilmiştir. Bu nedenle intiharı büyük yankı uyandırmış ve çeşitli söylentilere neden olmuştur. Bir rivayete göre sevdiği adama idam cezası veremediği için intihar etmiştir, bir diğer rivayete göre ise (en gerçekçi olan budur) Tavşanlı'da kalan nişanlısının ölümü üzerine üzüntüden intihar etmiştir. Bu hikayeler üzerine senarist Safa Önal tarafından yazılan senaryo Türkan Şoray tarafından 1976 yılında sinemaya aktarılmıştır. Filmin konusu ise seyirciye daha ilgi çeken bir hikaye sunacak şekilde hazırlanmıştır. Bodrum'a hakim olarak atanan Nevin Hanım'ın burada prensipleri ile yaşayarak halka kendisini sevdirmesi ve ilçenin önde gelen ailelerinden Bereketoğlu ailesinin oğlu Ömer ile önce karşı karşıya gelip daha sonra romantik yakınlaşmasını anlatılmaktadır. Bu yakınlaşmanın bir bedeli olarak da hakim Nevin Hanım ilerleyen zamanlarda kalbi ve mantığı arasında büyük bir ikilemde kalacaktır.
 
 Bildiğiniz üzere Türkan Şoray Türk sinemasının ilk kadın yönetmenidir ve yönetmenlik yaptığı dört filmden birisi de Bodrum Hakimi'dir. Filmin başrolünü de Kadir İnanır ve Kadir Savun ile birlikte paylaşmıştır. Filmin müziklerini Cahit Berkay yapmıştır. Bu arada  Bodrum hakimi Mefaret Hanım'ın intiharından sonra bir cümbüş ustası sonradan Nazmi Yükselen tarafından bestelenip arşive kazandırılan Bodrum Hakimi türküsünü yakmıştır. Hatta cümbüş ustasının bu türküden sonra "devletin memuruna türkü yakmak" suçlamasıyla sorgulandığı da söylenir.
 
Tolga Çandar'dan Bodrum Hakimi türküsünü dinlemek için:
https://www.youtube.com/watch?v=9a0zvOThVbs

Bodrumlular erken biçer ekini / Feleğe kurban mı gittin bodrum hakimi / Nasıl astın mefaret hanım ipe de kendini / Altın makas gümüş bıçak ile doğradılar tenini

Şu bodrumun dağlarında ceylanlar dolaşır / Kara haber mefaret hanım pek tez ulaşır / Hakim hanımın memleketi kütahya tavşan / Hakim hanım sen eyledin bizleri perişan.