30 Aralık 2014 Salı

2014 En İyi 25 Filmi

2014 yılını bitirdiğimiz şu günlerde, hem geçtiğimiz yılı bir gözden geçirmek (sinema alanında) hem de yeni filmler öğrenmek adına Empire Dergisi tarafından 2014'ün en iyi 25 filmi ilan edilen eserleri sizinle paylaşmak istedim. Aynı fikirde olabilirsiniz, olmayabilirsiniz de (zaten kaynağım da çok sağlam değil) ancak yine de bu listeye bir göz atın derim. Bu arada  Empire 1989 yılından bu yana yayınlanan ve İngiltere'de en çok satan sinema dergilerinden biridir. Her yılın sonunda veya belirli dönemlerde (çeyrek yüzyıl, son 10 yıl, son 100 yıl vb.) "en iyiler" listesi hazırlamasıyla bilinir :). Yandaki linkten Empire Dergisi tarafından "masterpiece" (başyapıt) olarak kabul edilmiş fimlerin bir listesini görebilirsiniz (http://en.wikipedia.org/wiki/Empire_(film_magazine) 2014 için hazırlana listeden incelediğim kadarıyla 7 tanesini izlemişim. Eğer siz de bu filmler hakkımdaki yorumları merak ediyorsanız aşağıdaki linklere tıklayabilirsiniz. Diğer filmler için:  http://onedio.com/haber/empire-dergisine-gore-2014-un-en-iyi-filmi-420512 Empire listesine göre:

15. Interstellar http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/12/interstellar.html

14. Gone Girl http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/12/kayp-kz-gone-girl-2014.html

13. X-MEN: Geçmiş Günler Gelecek http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/06/x-men-gecmis-gunler-gelecek-2014.html

12. Kaptan Amerika: Kış Askeri http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/04/kaptan-amerika-ks-askeri-2014.html

6. Edge of Tomorrow http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/12/yarnn-snrnda-edge-of-tomorrow-2014.html

4. Inside Llewyn Davis http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/02/sen-sarkn-soylerken-inside-llewyn-davis.html

3. The Wolf of Wall Street http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/03/the-wolf-of-wall-street-2013.html

28 Aralık 2014 Pazar

Son Umut (The Water Diviner) - 2014

Bu filmi izlememizin ten nedeni Türk oyuncuları filmin ana ekseninde yer alması ve pek çok anlamda "bir Osmanlı hikayesi" olmasıdır. Tamamen olmasa da "onlar"ın bizi nasıl gördüğü üzerine üzerine kurgulanmış bir film ortaya çıkmış. Aslında -şahsi kanaatim- çok güzel bir film sayılmaz ve hikayenin pek çok kopuk noktası (en azından benim yanıt bulamadığım sorular) vardı ancak izlenebilir bir film. Russell Crowe (Joshua Connor) filmde üç oğlunu Çanakkale'ye (Gallipoli) savaşa göndermiş olan Avustralyalı bir çiftçi rolünde. Savaştan dört yıl boyunca dönmeyen oğullarının acısına dayanamayan karısını da kaybeden Connor, oğlullarını (ölü ya da diri) bulabilmek için Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'a doğru yola çıkar. Buradan sonrası İstanbul-Çanakkale arasında başlayıp, Anadolu'nun farklı yerlerinde süren acı bir yolculuk olacaktır. Bir Anzak torunu olduğunu ifade eden Russell Crowe (doğum yeri Yeni Zelanda'dır) hikayenin yazımında döneme ait bir mektuptan esinlendiklerini belirtmektedir. Ayrıca filmin senaryo yazarlarının Türk kültürü ve yakın tarihimiz ile yakından alakadar olarak filmi kaleme aldıkları şeklinde açıklamalarda bulunmuşlardır. Filmi "muhteşem" bulmasam da, bu konuda hakkını vermek lazım: Dönemin bakış açısı, İstanbul denince akla gelen mistik atmosfer ve Dünya tarihinde yer bulmadığını düşündüğüm (yalnızca Türk tarihinde anlatılan) detaylar filmde aktarılmış.
 
"Empati yapmak" ve "Önyargılardan kurtulmak" mesajlarını vermek adına başarılı bir film olmuş. Russell Crowe'un ilk yönetmenlik denemesi olduğu için diğer eksiklikleri de (şimdilik) göz ardı edebiliriz, nihayetinde Türkiye için önem arz eden bir film olduğu düşüncesindeyim. Binbaşı Hasan roülnde Yılmaz Erdoğan'ın veya yardımcısı Cemal'in (Cem Yılmaz) çok iyi oyunculuk çıkardığını söylemesem de, kalender duruşları sempati duymamı sağladı bu nedenle başka yorum yapmayacağım :).
 
– Belki ona yardım edebiliriz.
– Oğullarını bulma şansımız olmadığını biliyorsun.
– Oğlunu aramaya gelen tek baba o… (...He is the only father who came looking.)

15 Aralık 2014 Pazartesi

Kayıp Kız (Gone Girl) - 2014

Belirtmek gerekirse beklediğimden çok farklı bir filmle karşılaştım. Nedenini bilemesemde, biraz daha fantastik veya psikolojik gerilimi ağır basan bir film izleyeceğimi düşünmüştüm ancak karşımda daha hareketli ve polisye-gerilim bir film buldum. Yine de söylemek zorundayım, filmi beğendim ve oldukça özgün olduğunu düşünüyorum. Filmin tanıtımlarında yazdığı ve afişinden de belli olduğu üzere, bir sabah ortada bir şey yokken ortadan kaybolan bir kadın var.: Amy (Rosamund Pike). Aynı gün Nick (Ben Affleck) öğleden sonra eve geldiğinde evde bir tuhaflık hisseder, cam sehpa kırıktır ve eşi ortada yoktur. Polise haber verilir ancak olay yerindeki tuhaflık dikkatli bir polisin gözünden kaçmaz. Bununla beraber, Nick'in Amy'i aldattığı ve kötü davrandığı iddiaları almış başını yürümüştür. Amy'nin kocasıyla olan mutsuz ilişkilerini anlattığı günlük de polisin eline geçince, Nick karısının kaybolmasından bir numaralı şüpheli olur. Nick masum olduğu konusunda ısrar etse de çevresi yalanlar ve ihanet ağlarıyla kuşatılır. Amy'nin hayatta olup olmadığı büyük bir muammadır. Amy'nin bir zamanlar çocuk kitaplarına ilham veren bir karakter olması basının da işin içine girmesine sebep olur. Artık tüm medyanın sıkı takip ettiği bu olay sakladığı gizem ile beraber Nick'in ve polisin kontrolünden çıkar. Karakterlerin içinden çıkan bambaşka karakterlerle beraber, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını film bitince bir kez daha anlıyorsunuz.

Gillian Flynn'in bestseller romanından uyarlanan bu film bazı yorumlara göre kitaptaki her detayı veremese de, oldukça başarılı bir kitap uyarlaması olarak kabul edilmiş muhteşem bir gerilim filmi. Filmin modern medyaya fırlattığı sert iğnelemeler ve medyanın nasıl çabucak bir insanı melek veya şeytan durumuna koyabildiğini, ustaca elden geçirilmiş bir performansın gerçekler karşısında ne kadar güçlü olabileceğini eforsuzca betimlemesi de gözlerden kaçmıyor.

Filmin yönetmeni "Dövüş Kulübü", "Zodiac", "Panik Odası", "Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi" ve "Ejderha Dövmeli Kız" gibi tanınmış ve oldukça sevilen filmlerin de yönetmenliğini yapmış olan David Fincher. Elbette, Fincher'in bazı filmleri gibi kült olmasa da, eğer izlemediyseniz en azından bir kere izleyin derim!

- Evliliğin nasıldı Nick?
– Karımı öldürüp öldürmediğimi mi soruyorsun?

13 Aralık 2014 Cumartesi

Interstellar (Yıldızlararası) - 2014

Sosyal medyada, televizyonda ve gazetelerde bu film hakkında pek çok yorum yapıldı, film çok beğenildi. Bu nedenle YıldızlarArası uzun süredir izlemek istediğim ve merak ettiğim bir filmdi. Öncelikle belirtmek isterim ki, sahip olduğum genel kültür bilgisiyle bu film hakkında derinlemesine yorum yapabilmem oldukça zor. İçerdiği teknik bilgiler filmi alıştığımız bilim-kurgu filmlerinin daha da ötesine götürdüğü için ben filmden anladığım kadarından söz edeceğim. Filmin kahramanı eski bir pilot olan ve elektronik aletler hakkında teknik bilgisi oldukça yüksek olan Cooper (Matthew McConaughey) iki çocuğu ile beraber mısır tarlalarında üretim yapmaktadır. Bir şekilde (böyle diyorum çünkü bu noktanın üzerinde durulmuyor, asıl önemli olan bundan sonra insanlığın aradığı çareler) dünyanın sonu gelmekte ve açlık vb. sorunlar için insanlar ağırlıklı olarak çiftçilikle ilgilenmektedir. Cooper kendisi gibi metafiziksel konuları çabuk kavrayabilen kızı Murph'un de yardımıyla evlerinde tuhaf şeyler yaşandığını tespit eder (yer çekimi olduğunu tahmin etmektedir). İşaretlerin peşini bırakmayan Cooper'ın karşısında bir anda beklemediği şekilde eski kariyerini gerçekleştirebileceği bir fırsat çıkar. Hem çocuklarının geleceği hem de insanlığın kaderi olduğuna inandığı bu fırsatı değerlendiren Cooper, dünyanın geleceği için henüz tanımlayamadığı güçler tarafından galaksiye yerleştirilen solucan deliğinden geçerek önemli bir projeyi gerçekleştirmeye çalışacaktır.
 
"Bunun dışında senaryonun hiçbir başka detayına dokunmak istemediğim için Yıldızlararası’nı geçmiş Nolan sinemasının tekniği ile kıyaslayacağım. İlk olarak daha önce teknik bakımdan mükemmel olmasına rağmen hikaye bakımından fazla klinik ve soğuk bir havaya sahip olduğuna dair eleştiriler alan Nolan, Yıldızlararası ile teknik bakımdan en karmaşık yapımını inşa etmenin yanında kariyerinin en duygusal filmini de ortaya koyuyor. İnsan olmanın hem evrenin genişliği ve bilinmezliği ile, hem de sevginin ve inancın gücü ile bağlantısını McConaughey ve kızı arasındaki ilişki ile bir arada tutmayı başarıyor Nolan."

Özellikle bilim-kurgu türünü sevenlerin ve uzay üzerine üretilen teoriler konusunda bilgisi olan kişilerin bu filmi çok seveceğinden eminim. Zaten daha fazla bir şey söylemek anlamsız zira ilgisi olan herkes tarafından filmin çoktan izlendiği kanaatindeyim :). Filmin yönetmeni Prestij filminden ve Kara Şövalye serisinden tanıdığımız Christopher Nolan ve oyuncu kadrosunda Matthew McConaughey, Anne Hathaway, Jessica Chastain, Matt Damon ve Michael Caine gibi isimler yer almakta. Bilimkurgunun yanı sıra insani unsurlar da (sevgi, inanç ve yaşama iç güdüsü) içeren filmin senaryosu Fizikçi Kip S. Thorne'nun evrendeki 'Solucan Delikleri' teorisinden ilham alınarak hazırlanmış. Hepinize iyi seyirler!

10 Aralık 2014 Çarşamba

Yarının Sınırında (Edge of Tomorrow) - 2014

Bazen kendi kendime eleştiriyorum filmi izlemeden, bu nasıl isim diye? Filmi izleyim konulan ad ile filmin özgün adı arasında bağ kurmaya çalışıyorum. Bu filmde de aynı şeyi yaşadım, Edge of Tomorrow, ne olabilirdi? İzledikten sonra diyebilirim ki hikaye ile bu kadar bütünleşen, hikayeyi bu kadar iyi yansıtan bir isim daha görmedim sanırım :). Bazen senaryolar birbirine benzese de veya ilgi çekmesi için araya aşk vb. unsurlar serpiştirilse de ben bilimkurgu filmlerini izlemekten oldukça zevk alıyorum. Bu filmde bilimkurgu/aksiyon filmlerinin alışılmış siması Tom Cruise Binbaşı Bill Cage rolüyle yine karşımızda. Ancak alışılmışın aksine bu kez kendine güvenen tecrübeli bir asker değil (binbaşı rütbesine bakmayın, şişirilmiş rütbesiyle ordunun sözcüsü, halka gösterilen yüzü ve aslında reklamcı). Dünyayı istila eden Mimics adlı uzaylı birliği ile dünyada hiçbir ordu baş edemeyince, ordular tüm güçlerini birleştirip son bir taarruza geçerler ve Binbaşı Bill Cage'da kendini bir anda bu savaşın içinde bulur. Dünyanın sahip olduğu güç ve teknoloji Mimics ile başa çıkmak için yeterli değildir, özellikle de, uzaylıların telepati yoluyla emir alıp vererek her şeyi önceden biliyormuş gibi hareket ediyor oldukları düşünülürse! Ya da aslında biliyorlar mı? Tahmin edileceği üzere, Bill Cage için bu savaş tam anlamıyla bir intihardır ve kısa süre içinde ölmesi sürpriz olmaz. Ancak ters giden bir şey vardır: Cage bir anda kendini her gün yeniden başlayan bir döngünün içinde bulur (aslında bu cehennem olmalı). Kendisini tek anlayacak kişi, bu döngüyü daha önce yaşamış olan "Verdun Meleği" Rita'dır (Emily Blunt).

Senaryo bir açıdan1993 yapımı "Bugün Aslında Dündü" filmini anımsatsa da, tür ve sahneler açısından oldukça farklı bir film ortaya çıkmış. Pek çok izleyicinin de belirttiği gibi, film tam bir bilgisayar oyunu! Ölüyorsun, baştan başlıyorsun, gidebildiğin yere kadar gidip, ölürsen yine baştan...

Filmin başrollerini Tom Cruise, Emily Blunt ve Bill Paxton paylaşıyor ve filmin yönetmenliğini "Geçmişi Olmayan Adam" ve "Bay & Bayan Smith" filmleriyle tanıdığımız Doug Liman yapıyor. "Aksiyonu çözmüş bir sinemacı olan Doug Liman zanaatkar bir yönetmen olarak ortaya türün meraklısı olmayanları bile cezbedecek, gerçekten sıkı bir bilim kurgu aksiyonu çıkarmış." Eğer bilimkurgu filmlere ilgili duyuyorsanız, izlemenizi tavsiye ederim!

"Geleceği bilen bir düşman asla yenilmez."

4 Aralık 2014 Perşembe

The Maiden Heist - 2009

Vasatı aşmayan bir film olduğunu inkar edemesek de, soygun filmi (aksiyon) sevenler için oldukça değişik bir film olduğunu kabul etmek gerekiyor. Filmin en büyük başarısı, değerli oyuncuları bir araya getirmiş olması olabilir, zira pek çok anlamda filmi Morgan Freenman ve Christopher Walken götürüyor diyebiliriz. Filmde bir müzede güvenlik görevlisi olarak çalışan Roger (Christopher Walken) "The Lonely Maiden" isimli güzel bir kız resmi olan tabloya tutkuyla bağlıdır. Aynı şekidle müzenin farklı birimlerinde görevli olan George (William H. Macy) bir Yunan savaşçıyı tasvir eden heykele ve Charles (Morgan Freeman) da içinde kedi ve olgun bir kadın olan tabloya tutkundur. bir gün müzenin bu bölümünde yer alan eserlerin Danimarka - Kopenhag'a taşınacğaı haberi gelir. Bu haber üzerine karalar bağlayan bu üç sevimli güvenlik görevlisi, çılgınca bir plan yaparlar ve eserlerin aslıyla ayırt edilemeyecek kopyalarını yaptırıp, eserleri çalmaya karar verirler. Böylece neredeyse kendilerini hayata bağlayan amaçtan kopmamış olacaklardır. Ancak tahmin edileceği üzere, bu kadar yüksek güvenlikli bir yerden eserlerin çalınması veya değiştirilmesi de pek o kadar kolay değildir. Bu mücadele belki de gerçek tutkunun ne olduğunu keşfetmelerine de yarar, kimbilir?

Filmin yönetmeni genelde komedi filmleriyle bilinen ve "Confession" ve "Garfield" filmlerinin de yönetmenliğini yapmış olan Peter Hewitt. Filmde sözü edilen The Lonely Maiden veya diğer kedili tablonun gerçekten var olup olmadığıyle ilgili bir tespit yapamadım ancak anladığım kadarıyla modern ressamların film için ürettikleri tablolar olsa gerek.

Ayrıca film bana Ferdinand von Schirach'ın "Suç" isimli kitabında yer alan hikayelerden birini anımsattı: Diken isimli bu hikayede, Almanya'da bir müzede güvenlik görevlisi olarak çalışan Feldmayer'ın yerini değiştirmeyi unutmaları üzerinde, ayağından diken çıkaran bir heykelden etkilenerek, akıl sağlığını kaybetmesi anlatılmaktadır. The Maiden Heist'deki güvenlik görevlileri (Feldmayer kadar tehlikeli olmasalar da) en az onun kadar deliler :).

1 Aralık 2014 Pazartesi

John Wick - 2014

Aslında Interstellar'ı izlemek istemiştik ancak Cinemaximum'da her zamanki gibi bir sistemsel bir sorun olduğunu görünce, en yakın seans olan bu filmi izledik. Fimi beğendim bu arada, her ne kadar klişe olsa da, film oldukça sürükleyiciydi. Aksiyon filmlerine çok yakışan ve olgunlaştıkça daha da çekici olmaya başlayan Keanu Reeves'in başrolünde oynadığı "John Wick" yavaş başlayıp hızlı ilerliyor. Filmde uzun yıllar mafya tetikçisi olarak çalışmış ve sonrasında durulmaya karar vererek emekliye ayrılmış John Wick'in tekrar başa saran hayatı anlatılıyor (Belki de Rus Mafyasının başındaki Viggo Tasarov'un dediği gibi, geçmişten kaçış yoktur, bir kez elini verirsen kolunu kaptırırsın). Emekli olduktan sonra sevdiği kadınla evlenen ve -hak etmediğini düşündüğü kadar güzel beş yıl geçiren- John Wick, karısının hastalanması ve ani ölümü ile yalnız kalır. Karısının kendisine son hediyesi olan yavru bir köpek sayesinde içinde yaşamak için yeniden bir umut beliren John, arabasına göz koyan mafya babası Viggo Tasarov'un şımarık oğlu Josef Tasarov'un son umut kırıntısını da yok etmesiyle kendisini yeniden olayların içinde bulur. Bu kez eskisinden farklı olarak intikam hırsıyla hareket ettiği için (güdülenmek için en etkili sebep) dikkatini tek bir noktaya odaklayacaktır. Salt aksiyondan daha fazlasını içerdiği için yavan olmayan bu film hakkında en güzel yorumu filmi tek başına götüren Keanu Reeves yapıyor: Aksiyon filmlerinin duygusal yönü olmasını seviyorum. Sadece şov olmaktan çıkıp bir hikâye anlatıyor.

Filmde en çok dikkatimi çeken noktalardan birisi John Wick'in lakabıydı (iki dilde lakabı var ilginç): Boogeyman! Türkçeye "öcü" olarak çevrilen bu kelime gerçek anlamıyla da bu. Ancak izleyenlerin dikkatini çekti mi bilmiyorum ancak bir yerde Viggo Tasarov John'u "Baba Yaga" olarak adlandırıyor. Baba Yaga, Sandman serisinin 6. kitabında Rus steplerinde geçen fantastik bir öyküde bahsedilen bir karakter olduğu için bu ifade benim ilgimi çekti: Baba Yaga Slav mitolojisinde cadı evya büyücü karakterdir, deforme olmuş bir vücudu vardır ve istediğinde kötülük getirir. John Wick'e yakışmayan tarafı, asıl hikayede Baba Yaga'nın aslında bir "kadın" olmasıdır. Neyse, bunlar önemsiz detaylar.

Filmin yönetmenliğini David Leitch ve Chad Stahelski beraber yapıyor. Daha önceki kariyerleri dublörlüğe dayanan ikilinin hiç de fena olmadığını söyleyebiliriz, her ne kadar film yer yer bilgisayar oyununu anımsatsa da :).

- Tekrar işe mi döndün?
– Hayır, sadece birkaç işi yoluna koyacağım.

25 Kasım 2014 Salı

Gone (Kayıp) - 2012

"Kayıp Kız"ı izlemek isterken yanlışlıkla bu filmi izledik (biraz pişmanız). Mutlaka izlenesi bir film değil ancak vaktiniz olursa düşünülebilir. Ama biraz karanlık (psikolojik gerilim gibi değil, yanlış anlaşılmasın) ve mantıksız bir kurguyla ilerliyor. Jill (Amanda Seyfried) bir süre psikolojik tedavi görmüş ve halihazırda anti-depresan haplarla hayatını sürdüren bir kız aynı zamanda, kız kardeşi ile aynı evde yaşıyor ve uyumakta zorlandığı için geceleri açık olan küçük bir lokantada garsonluk yapıyor. Aslında Jill geceleri uyumakta zorlanması tesadüf değil; birkaç yıl önce psikopat bir katil tarafından uyurken kaçırılıp ormanda bir çukura atıldığını ve işkence ile öldürülmek üzereyken katilini yaralayıp kaçtığını iddia etmektedir. İddia diyorum, çünkü polis ormanda yaptığı araştırmada herhangi bir çukur bulamamış, Jill'in vücudunda tecavüz, işkence vb. bir ize rastlanmamış olması dolayısıyla da halüsinasyon gördüğüne kanaat getirmiştir (polisin gözünde kız zaten delidir). Bu nednele günün birinde kız kardeşi ortadan kaybolduğunda, kimse Jill'in katilin geri döndüğü ve peşine düştüğü hikayesine inanmaz. Jill bir anda ortadan kaybolan kız kardeşinin sınavlardan bunalıp bir süre haber vermeden kafa dinlemeye mi gittiğini yoksa kendisine ulaşmaya çalışan psikopat katilin ikisine de zarar vermeyi mi amaçladığını kendi kendine bulmak zorunda kalacaktır.
 
"Kısacası "Başkarakterimiz deli mi yoksa değil mi?" sorusu, bu filmi izleyecek olan seyircinin cevabını merak edeceği ve etrafında gezeceği tek soru. Bu nedenle herhangi bir şekilde çok yönlü, sarsıcı ya da etkileyici bir film beklemeyin. Zira karşınızda merakınızın dakikadan dakikaya biraz daha azalacağı bir film bulmanız pek muhtemel. Zaten yönetmen ve yapımcılar da filmlerinin çapından haberdar olduklarından Gone'ı olduğundan büyük göstermeye çabalamaktan şiddetle kaçınıyorlar."
 
Brezilyalı sinemacı Heitor Dhalia'nın yönetmenliğini üstlendiği yapımın senaryosu Allison Burnett'a ait. Tanınmış oyuncuları ise Amanda Seyfried ve Jennifer Carpenter (Dexter dizisinden tanıdığımız Debra Morgan). Tatmin edici değil, yorucu bir film, hızlıca geçiştirilmiş finali ve yanıtlanmayan soruları da var. Bu nedenle izleyip izlememek size kalmış. İyi seyirler!

24 Kasım 2014 Pazartesi

Good Will Hunting (Can Dostum) - 1997

Özgün adı "Good Will Hunting" olan filmin senaryosu Matt Damon ve Ben Affleck tarafından yazılmış ve en iyi senaryo dalında ödül almıştır. Bir bakıma, bu senaryo & film ile hem senaristler hem de oyuncular kendilerini kanıtlamış ve adı dünyada duyulan ilk eserlerini meydana getirmişlerdir. Bazı yönleriyle biraz abartılı bulsam da, ben filmi beğendim. Will Hunting (Matt Damon) Massachuset Üniversitesi'nde hademe olarak çalışan İngilizlerin "Genius" olarak adlandırdığı tipte bir gençtir. Ancak -muhtemelen çocukluğu yalnız ve sefil geçtiği için- kendisini yönlendiren birisi olmadığından suç işlemeye & şiddete meyilli bir gençtir. Hademelik yaptığı sırada çözülmesi neredeyse imkansız matematik sorularını çözdüğü matematik profesörü tarafından keşfedilince hayatı da bir anlamda değişmiş olur. Basit suçlardan sabıkası bulunan Will Hunting, son olayından sonra profesörün kendisine kefil olmasıyla hapishaneden çıkar ancak profesörün bir şartı vardır: Tedavi görmesi. Profesör bu görev için eski bir arkadaşı terapist Sean Maguire (Robin Williams) ile anlaşır. İnsanlarla ilişkilerinde etrafına hep bir duvar çekerek arkasına saklanan Will, belki de bu terapistte kendisini bulacak ve onun hayatını yeniden yönlendirmesine izin verecektir? Senaryonun -inanılmaz özgün olmasa da- son derece etkileyici bir başarı öyküsüne odaklandığını söylemek mümkündür. Kaldı ki, en iyi senaryo dalında ödül kazanması da bunu kanıtlar niteliktedir.
 
Başrolünde Matt Damon, Ben Afflect ve Robin Williams'ın oynadığı filmin yönetmeni "Şöhret Tepesi" ve "Paris Seni Seviyorum" filmleriyle de tanınan Gus Van Sant'tır. Alınan diğer ödülün yanı sıra, Robin Williams da sergilediği performans ile en iyi yardımcı erkek oyuncu seçilerek oscar kazanmıştır. Arşivlik bir film olup olmadığına siz karar verin ancak izlemenizi tavsiye ederim!
 
"Mükemmel değilsin. Seni şüpheden kurtarayım tanıştığın o kız da mükemmel değil. Asıl soru birbiriniz için mükemmel olup olmadığınız. Önemli olan bu. Dünyadaki her şeyi bilebilirsin ama bunu öğrenmenin tek yolu denemektir."
 
"Sana kadınları sorsam neleri sevdikleri hakkında bir sürü şey sayarsın. Belki birkaç kere yatmışsındır da. Ama bir kadının yanında uyanmanın ve mutlu olmanın ne demek olduğunu söyleyemezsin. Sana savaşı sorsam Shakespeare’den bahsedersin değil mi? Ama hiç savaş görmedin. En yakın dostunun, kafası kucağında son nefesini verirken sana nasıl baktığını görmedin. Sana aşkı sorsam sonelerden alıntı yapacaksın. Ama bir kadının karşısında hiç tamamen savunmasız kalmadın. Sana gözleriyle hükmedecek birini hiç görmedin. Tanrı’nın seni cehennemden kurtarması için indirdiği meleğin o olduğunu hiç düşünmedin. Onun meleği olmak nasıl bir şey bunu da bilmiyorsun. Bir aşkı sonsuza dek paylaşmayı..."

17 Kasım 2014 Pazartesi

On Altıncı Raund (The Hurricane) - 1999

1960'lı yılların "Hurricane" (Kasırga) lakaplı ünlü boksörü Rubin Carter'ın hayatının önemli bir bölümünü anlatan film, boksörün 1975 yılında yayınlanan ve hapishanedeyken yazdığı "On Altıncı Raund" kitabından esinlenilerek yapılmıştır. Sorunlu bir çocukluk yaşayan Rubin, Amerika'da siyah-beyaz ayrımının hat safhada yaşandığı bir dönemde bu insanlık dışı tavırlardan nasibini almıştır. Gençlik yıllarında (teenage) bir süre hapse girip çıkan Rubin, 1961 yılında hapisten çıktıntak sonra boksörlük kariyerine profesyonel olarak başlamıştır. Bu zaman zarfında evlenip çocuk sahibi olan Rubin Carter'ın hayatı 1966 yılının gecesinde tekrar değişir. New Jersey'de bir bardan bir arkadaşıyla beraber çıkan Rubin, çevrede bulunan başka bir barda yaşanan ve üç kişinin ölümü ile sonuçlanan bir saldırı suçundan tutuklanır. Çocukluğundan bu yana kendisi ile husumeti olan ve zencilerin doğuştan suçlu olduklarına inanan Della Pesca adında ırkçı bir polisin yürüttüğü soruşturmada delillerin yeterince aydınlatılmamasından dolayı Rubin ve arkadaşı ömür boyu hapis cezasına çarptırılır (filmin bu kısımları tamamen Rubin Carter'ın anılarını yazdığı kitaba dayandığı için ne kadar doğrudur bilmiyorum, yeterince kanıt olmasa da suçlunun kim olduğunun belli olmadığını ve Rubin'in anılarını yazarken objektif olamayabileceğini de hesaba katmak gerekir kanaatindeyim). Karara itiraz ederek 3 kez jüri yargılaması geçiren Rubin, her üçünde de suçlu bulunur. Yıllar sonra (19 yıl sonra) bir şekilde kitabını okuyan ve onun hayatından etkilenen Lesra Martin isimli bir çocuk yanında yaşadığı Kanadalı aile ile beraber davanın tekrar açılmasını sağlar.

Irkçılığı ön plana çıkarmadan ancak tüm yoğunluğu ile anlatmayı başarmış harika bir film! Filmde en çarpıcı bulduğum sahneler, şampiyonluk maçında yüzünü dağıttığı ancak berabere kaldığı beyaz boksorün jüri kararıyla tekrar şampiyon seçilmesi ve mahkemede karar açıklandığında "adil bir jüri tarafından yargılandınız" sözünden sonra kameranın jüriye dönmesi ancak jürinin tamamının beyazlardan oluşması... Lesra Martin'in Hurricane'in kitabını iç sesine güvenerek seçmesi de ilginçti: "Bazen okuyacağımız kitapları biz değil, onlar bizi seçer."

"İnsanlık Suçu" (The Statement) filminin de yönetmeni Norman Jewison'un yönettiği ve başrolünü Denzel Washington'un oynadığı bu filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Belki bu vesile ile Bob Dylan'ın "The Hurricane" isimli şarkısını da dinlemek istersiniz.

"Yazmak bir silahtır. Bir yumruğun olabileceğinden çok daha güçlüdür. Yazmaya oturduğumda bu hapishane duvarlarının dışına çıkabiliyorum."

10 Kasım 2014 Pazartesi

Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol - 2013

Güney Afrika ve ABD 2013 ortak yapımı olan ve Nelson Mandela'nın hayatını kronolojik olarak anlatan film ülkemizde Nisan 2014'te vizyona girmiştir. Güney Afrika'nın ilk siyahi devlet başkanı olan ve Anti-Apartheid aktivist olarak tanınan Nelson Mandela'nın çocukluğundan başlayan hayatı başkanlığına kadar (Aralık 2013'te vefat etmiştir) kendi otobiyografik kitabından uyarlanarak aktarılmıştır. Hem sosyoloji hem de politika ile ilgili derslere konu olan Mandela,  özellikle nobel barış ödülünü almış birisi olarak herkesin bir şekilde aşina olduğu bir isim. "Bir ülkenin onlarca yıllar süren acısının en büyük parçası olan bu liderin her biri birer filme sığabilecek olaylarla dolu yaşamını filmin iki buçuk saatlik süresine bile detaylı olarak sıkıştırmak çok zor tabi. İlk olarak Mandela’nın zalim beyaz otoriteye karşı kullandığı şiddetsiz protesto işe yaramayınca şiddetli saldırılara başvurma kararını vermesini izliyoruz." Güney Afrika'nın siyahların yaptığı protesto eylemlerini silahla bastırmaya çalışması (ki bir eylemde pek çok kişi sırtından vurulmuştur) dünyanın tepkisini çeker ve tüm dünyada eylemcilere destek protestoları düzenlenir. Filmde bazı politik olaylar, hapishane anıları ve müzakereler biraz hızlı geçilse de (nedense eşleri ile ilgili mevzular daha detaylı anlaşılmış gibi geldi bana) kronolojik şekilde fikir elde etmeyi sağlıyor.

Filmin yönetmenliğini "Boleyn Kızı" ve "Cinsel Masumiyetin Kayboluşu" filmleri ile tanınan Justin Chadwick yapmıştır. Filmde Nelson Mandela - Madiba karakterini canlandıran kişi İdris Elba, eşi Winnie Mandela'yı canlandıran kişi Naomie Harris, diğer oyuncular (silah arkadaşları) Robert Hobbs ve Mark Elderk'dir. Film çekildiği yıl farklı dallarda ödüle aday olmuş, filmin jeneriğinde yer alan ve U2'ya ait olan "Ordinary Love" şarkısı ilse Altın Küre Ödüllerinde "En İyi Şarkı" ödülünü almıştır.

Sonuçta film, halkına zulmeden, hiçbir zaman değişmeyecekmiş, gitmeyecekmiş gibi gelen otorite tarafından bir zamanlar terörist olarak ilan edilmiş, otuz yıl boyunca hapse atılmış bir adamın eninde sonunda cumhurbaşkanı olup halkına hak ettikleri özgürlüğü vermesini anlatıyor. Özgürlüğe giden yol uzun tabi, ama sonuçta o yolun sonuna varılacaktır.

"- Kişisel amacınız nedir?
- Çok güzel çocuklarım, çok güzel bir karım var. Onların kendi topraklarında özgürce yürümelerini istiyorum."

4 Kasım 2014 Salı

Unutursam Fısılda - 2014

Sinemaya gittiğimde film başlamadan önce yapılan tanıtımlarda gördüğümde film çok ilgimi çekmişti. Zaten Çağan Irmak sevdiğim bir yönetmen olduğundan, ona ait bir filmin ilgili çekmesi için başka nedenlere ihtiyacı yok :). Bu kez Yeşilçam tarzında (konu ve diğer detaylarıyla beraber) bir film yapmış. Sonuçta Yeşilçam izlemeyi seviyorsanız, bu filmi de beğenmeniz kaçınılmaz, yaşı nispeten daha olgun olanların filmi daha çok sevmesinin sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Zira konu olarak baktığımızda taşra kasabasında yaşayan, büyük hayalleri olan (şarkı söyleyen) bir kız Hatice (Farah Zeynep Abdullah), onun içine kapanık ablası Hanife (Gözde Cığacı), yine aynı şekilde tutkulu bir hayalci olan kaymakamın oğlu Tarık (Mehmet Günsür) ve onların çapraşık aşk üçgeni alıştığımız film tarzını aratmamaktadır. Bu filmi güzel yapan evden kaçıp ünlü olan şarkıcı kız Ayperi'nin olağandışı hikayesi değil bu hikayenin devamını anlatması :). Her zaman mutlu sonla biten ve hayatın zirvesinde bırakılan bir hikayenin ilerledikçe nasıl sonlanacağının  hayal gücüne bırakılmaması bu filmi aynı konudaki diğer filmlerden ayıran yönü olmalı. Bununla beraber, oyuncuların başarısı da filme değer katan başka bir unsur. Hümeyra ve Işıl Yücesoy'u oyuncu olarak izlemek de ayrı bir keyifti (Işıl Yücesoy'da Hümeyra gibi 1970'lerin şarkıcılarından aslında. "Ya seninle ya sensiz" şarkısını çok güzel yorumlamıştır). Yönetmenliğini ve senaristliğini Çağan Irmak'ın üstlendiği yapımda yukarıda saydığımız oyuncuların yanında Kerem Bursin'i de görmek yeni nesli biraz heyecanlandırabilir. 

Film için eleştirdiğim bir nokta 1970'lere ait kıyafetlerin ve karakterlerin biraz abartılmasıydı. Unkapanı gerçeği  ve tesadüflerin zirveye çıkardığı hayat aslında gerçeği yansıtsa da, karakterler her şeyi vermek isteyince biraz yapmacıklık işin içine girmiyor da değil. Tabi, Çağan Irmak yine dram türünden vazgeçmese de, film bana diğerleri kadar dramatik gelmedi. Vaktiniz varsa izlemenizi tavsiye ederim!

"... Çünkü kendimi hür hissetmiyorum."

3 Kasım 2014 Pazartesi

Otomatik Portakal - 1971

Anthony Burgess'in aynı isimli kitabından uyarlanan filmi (hem kitap okuyucusunun hem de sinema seyircisinin gönlünü kazanan nandide uyarlamalardan birisi olarak kabul edilir) hem çekildiği dönem hem de konusu itibariyle düşünürseniz çok farklı bulacağınıza eminim.  Filme kara ütopya demek doğru olur mu bilmiyorum ama bilinmeyen bir yerde ve bilinmeyen bir zamanda geçtiğini söyleyebiliriz. Film kahramanımız Alex'in (Malcolm McDowell) kendi hikayesini anlatması şeklinde ilerliyor (ki bu daha da merak uyandırıcı). Kendi çapında bir kabadayı olan Alex, kendisi gibi üç zamane genciyle beraber bir çete kurarak ahlaki değerleri çökmüş, kötülüğün her yerde kol gezdiği bir topluma ayak uydurup, kendi "horrorşov"unu yaratmak ister (filmde bu kelime bu haliyle sıkça kullanıldığı için, bu şekilde kullanmayı uygun buldum). Alex çetesiyle beraber işlediği şiddet dolu suçlardan sonra, kendileriyle fikir ayrılığına düşer düşmez onlar tarafından ihbar edilir ve 14 yıl hapse mahkum edilir (aslında yaptıkları için çok az bile). Bu süreçte İncili okuyarak ve erdemli davranarak pederin gözüne girer ve hükümetin yeni programına kobay olmak için gönüllü olur. Bu deney kobayın beynini yıkamak suretiyle onun "şiddet ve zorbalık" dolu olaylara olumsuz tepki vermesini amaçlamaktadır ancak deneyin kendisi de bir o kadar insan doğasına aykırıdır. Aslında asıl önemli olan, bu süreçten sonra ne olduğu/olacağıdır. Alex, bu deneyden sonra gerçekten şiddet karşıtı ve toplumsal düzene saygılı biri olmuş mudur? Veya doğası gereği tam da pederin söylediği gibi (İyilik içten gelir. İyilik bir seçimdir.) aslında Alex insanlıktan çıkmış mıdır? Bu yönüyle film değişen dünya düzeni ve bu değişimin insanların üzerindeki farklı etkilerini, suça ve şiddete eğilimi ustaca yansıtmıştır. Eser o yılların (1960'lı yıllar) modernleşme ve değişim sancılarını yansıtırken, bireylerin ne kadar özgür veya baskı altında olması gerektiğini ve sonuçlarını da sorgular.

Stanley Kubrick (sinema tarihinin en başarılı yönetmenlerinden birisi olarak kabul edilir) tarafından sinemeya uyarlanan film, 1972 Akademi Ödüllerine dört dalda aday gösterilmiştir. Eski bir film olduğundan yeni nesil tanınan oyunculardan söz edemesek de, kara mizah anlayışıyla (kara mizah olmasaydı bu sapkınlıkta bir filmi pek çok kişi izleyemezdi diye tahmin ediyorum) ve başarılı roman-film uyarlamasıyla sinema tarihinin kült filmlerinden biri olduğundan rahatlıkla söz edebiliriz.
 
Benim yapabileceğim eleştirilerden birisi, bu kadar yozlaşan bir toplumda aslında "balığın baştan kokması" gerektiğidir. Yani yetkililerin işini iyi yaptığı bir yerde, toplumda bu denli şiddet yanlılığı baş göstermez diye tahmin ediyorum. Her ne kadar insanoğlu doğası gereği şiddete meyilli olsa da, bunu yapacak cesareti bulması, kendisine yeterli yaptırım uygulanmamasından da ileri gelir. Ancak filmde, polislerden korkulmaktadır, hükümet suçu azaltıcı politikalar izleye çalışmaktadır, peder yoldan çıkmamıştır, gardiyanlar işini yapmaktadır vb. - yani Sin City gibi bir baştan sona yozlaşmadan söz edemeyiz ki bu bence büyük bir çelişkidir.
 
Filmin adı neden "Otomatik Portakal" (A Clockwork Orange)? Yazar İngiliz argosunda (Cockney olarak adlandırılır) böyle bir deyişin var olduğunu ve kelime anlamı olarak yüksek derece gariplikleri barındıran kişi anlamına geldiğini belirtmiştir. Bu kelimenin hikayesine çok uyduğunu düşünen Burgess "...insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum." açıklamasını da yapmıştır. Belki de bu sebeple olsa gerek, kitapta/filmde bol bol argo kelime kullanılmış ve kasıtlı olarak gençlerin dili bozulmuştur (kitabı okumadım ancak okuyanlar çok etkileyici olduğunu ancak filmden daha fazla şiddet sahnesi içerdiğini belirtmektedir). Bu nedenle Otomatik Portakal aynı zamanda bir dilsel deney olarak da değerlendirilmektedir.

"Bu günah! Bu günah! Bu günah! Bu günah! Bu günah! Bu günah! Günah? Bunun neresi günah? Bu! Ludwig Van’ı bu şekilde kullanmak. O kimseye bir zarar vermedi. Beethoven sadece müzik yaptı." (Alex'in Nazi kamplarındaki zulümü videoda izlerken arka planda çalan Beethoven için yaptığı yakınma)

"Herkesin bildiği gibi hükümet senin yüzünden popülaritesini yitirdi, oğlum. Gelecek seçimleri kaybedeceğimiz söyleniyor. Basın bizi çok eleştirdi yapmak istediğimizden dolayı. Ama kamuoyu değişkendir." (Bakan'ın sözü ne kadar da doğru ve modern zamanı yansıtır nitelikte)

28 Ekim 2014 Salı

Labirent - Ölümcül Kaçış (Maze Runner) - 2014

Daha önce de belirttiğim gibi, yine son zamanlarda mantar gibi artan serilerden biri ile karşı karşıyayız. "Açlık Oyunları"ndan ve "Divergent"den sonra bu distopya şeklinde kurgulanan bilim-kurgu hikayelerine ilginin artmaya başlamasıyla (bir ara da vampir serileri revaçtaydı) arz-talep gereği bu konuya bir eğilim başladı. Fantastik ve bilim-kurgu seven birisi olarak, bu hikayeleri merak ediyorum açıkçası, ancak ben bir seri şeklinde genel bir çerçeve çizse de, kendi içinde sonu olan hikayeleri seviyorum. Bu nedenle heyecanlı ilerleyen bir filmin sonunda beni ortada bırakmasını sevmedim. "Let the games begin" diyerek durumu açıklamadan filmi sonlandırıp, hikayeyi anlayabilmek için izleyiciyi sonraki filmle/kitaplara mecbur bırakması pek destekleyici bir davranış olmadı. Ha yapmaz mıyım, yaparım, ben de bu merak oldukça ikinci filmi de izlerim ancak bütün şevkimin kaçtığını söylemek zorundayım. Film yukarıya doğru çıkan bir asansörde uyanan ve geçmişine daiğr hiçbir şey anımsayan bir çocuğun (Thomas) aynı şekilde adından başka hiçbir şey anımsamayan ve etrafı kalın yüksek duvarlarla çevrili bir alanda ("Kayran") yaşayan başka çocukların arasına çıkmasıyla başlıyor. Neden orada olduklarına dair hiçbir fikri olmayan bir grup erkek çocuğu burada küçük bir kabile kurmuş ve sabahları açılarak geceleri kapanan ve içinde tuhaf varlıkların (ölümcül dev örümcek benzeri robotik varlıklar) gezdiği labirenti bir çıkış yolu bulmak için keşfetmeye başlamışlardır. Thomas'ın gelmesiyle tuhaf olayların peydah olması arasında bağ kuran bir grup Kayranlı 30 günde bir gelen asansörün beklenmedik şekilde 1 hafta sonra gelmesi ve bu kez Teresa adında bir kız bırakmasıyla isyan bayrağını çeker.

"Sonrası mı? Tipik “seçilmiş kişi” klişeleri, asilikten ve asaletten taviz vermeyen Thomas’ın yasak diye karşısına dikilen her şeyi didiklemesi, bu yasakların aslında o kadar da “tehlikeli” olmadığını keşfetme süreci ve nihayetinde hem kendisinden hem de diğer Kayran sakinlerinden büyük bir öz veriyle gizlenen o karanlık gerçekle yüzleşmesi, kronolojik bir sırayla izleyiciye servis ediliyor filmde. Sürprizsiz, risksiz ama kabul etmek gerekir ki buna rağmen albenili…" (alıntı)

Bu konulara olan aşinalığım da düşünülürse, özgün olarak değerlendiremeyeceğim bir film olsa da, akıcı bir hikayesi var her ne kadar filmin sonunda pek çok soruya yanıt vermese de. Görsel efekt olarak olağanüstü bir başarısı yok ancak yönetmen Wes Ball'dan (olur da izlersem) ikinci filmde daha etkileyici bir performans bekliyorum. Filmin oyuncu kadrosunda şimdilik yeni yüzler var: Dylan O'Brien, Aml Ameen, Will Poulter, Kaya Scodelario, Thomas Brodie-Sangster, Ki Hong Lee, Jacob Latimore, Blake Cooper. Sonrası ne olur, göreceğiz. Okumak isterseniz James Dashner'in serisinin devam kitapları (şimdilik 4 ancak 5. planlanmış):

27 Ekim 2014 Pazartesi

Uçuş 7500 (Flug 7500) - 2014

Çok başarılı diyemesem de, değişik bir film olduğu kanaatindeyim. En azından önce gerilimi vererek siz daha ne olduğunu bile anlamadan olayı bambaşka bir şekilde açıklaması etkileyiciyidi. Onun dışında, oyunculuk, mekan, efekt derseniz, hiç yok! Filmde Amerika'dan (Los Angeles) Japonya'ya (Tokyo) doğru yolalan bir yolcu uçağının içinde yaşananlar bir Japon mitolojisine de atıf yapılarak anlatılıyor. Pek fazla yolcusu olmayan uçakta önce karakterleri bir şekilde tanıyoruz: Kız kardeşi bir gece önce evlenen hostes, pilotla ilişkisi olan diğer hostes, elinde tuhaf bir kutu ile yolculuk eden gizemli bir adam ("Lance"), konuşmayı çok seven ve balayına giden yeni evli bir çift, ayrıldıklarını arkadaşlarına söyleyemeden onlarla tatile giden bir çift ve arkadaşları, gotik bir kız vb. Uçakta ilk olay uçağın kısa bir türbülansa girmesiyle başlıyor. Hayatta en çok korktuğu şey "uçakta ölmek" olan ve panik atan geçirerek nefes alamayan gizemli yolcu Lance yolcuların gözü önünde yapılan tüm müdaheleye rağmen ölür. Pilot ölüm gerçekleştiği için acil iniş yapmayı gereksiz bulur ve ölü beden birinci sınıf boşaltılarak buraya kapatılır. Durumdan rahatsız olan diğer yolcular uçağın ikinci bir şiddetli türbülansa girmesi sonucu iyice panikler. Uçakta olağan dışı bir şeyler olduğunu sezinleyen birkaç yolcu, Lance'nın kutusunu açar içinde bir "Shinigami" bebeği bulur. Şinigami Japon mitolojisine göre bir ölüm meleğidir ve ölen kişilerin ruhlarını toplamakla görevlidir. Ancak yaşamdan çok çabuk koparılan ruhların ölüm diyarına geçemeden gerçek yaşamda bir şeye tutunmaları durumunda Şinigami onların ruhunu, tutundukları şeyi bırakmadan götürememektedir. Peki, bedenen ölen Lance'in ruhu hala yaşama tutunmakta mıdır, yoksa uçakta oluşan olağan dışı olayların sebebinin altında Allah yakın olanların içtiği şampanyalar mı vardır?
 
Tek beğendiğim nokta her ne kadar çarçur edilese de, farklı bulduğum senaryoydu (Japon mitolojisi hakkında kısa bir bilgi verilmesi de avantaj olarak değerlendirilebilir). Bir diğer mesajı da ölümün aslında hayatın bir parçası olduğunu vurgulayarak değerini anlatmaya çalışmasıydı ("the death is part of life...") Yine de, filmi pek seveceğiniz tahmin etmiyorum, tavsiye edemiyorum bu sebeple.
 
Filmin yönetmeni Garez filmleriyle de tanınan Japon yönetmen Takashi Shimizu (aslında filmin çekimleri 2012 yılında tamamlanmış ancak bazı sebeplerden dolayı çok geç yayına girmiş. Bazı kaynaklara göre Türkiye'de Temmuz 2014'te vizyona giren Uçuş 7500, bazı ülkelerde hiç vizyona girmemiş). Filmin senaryosu Craig Rosenberg'e ait, oyuncuları ise Ryan Kwanten, Amy Smart, Leslie Bibb ve Jamie Chung. Ayrıca ek bilgi olarak ilginç bir şekilde olay 2005 yılında Helios Airlines'a ait HCY 522 sefer sayılı Atina'ya düşen uçağın  başına gelenlere (teknik anlamda) benzerlik gösteriyor.

15 Ekim 2014 Çarşamba

İskoçya'nın Son Kralı - 2006

"İskoçya'nın Son Kralı" Uganda'nın bir dönemine damgasını vurmuş olan İdi Amin Dada'nın hayatının bir kısmını gerçek olaylardan esinlenerek anlatmaktadır. Bu dönemde Uganda kendisini dünyaya kapattığı için ne kadarının gerçekten yaşandığını bilmesek de, İdi Amin'in devlet başkanlığı yaptığı dönemde ülkede despot rejimin hakim olduğu da bir gerçek. Film beyaz bir doktorun başından geçenler şeklinde anlatılıyor ancak Dr. Nicholas Garrigan diye birinin bu şekilde bir deneyim yaşayıp yaşamadığı konusunda herhangi bir delil yok (aksine böyle birinin hiç yaşamadığı ancak filmde İdi Amin'e danışmanlık yapan İngiliz bir askerin tecrübelerinden faydalanıldığı söylenmektedir). Filme dönecek olursak, Dr. Garrigan tıp fakültesini bitirince dünya haritası üzerinde kendine rastgele bir yer seçer (Uganda) ve mesleğine gönüllü olarak o ülkede başlar. Uganda'da iken askeri darbe olur ve 1971 yılında komutan İdi Amin başkan Milton Obote'yi ekarte ederek yönetimi ele geçirir. Yolu bir şekilde İdi Amin ile kesişen Garrigan, Amin'in gözüne girer ve onun özel doktoru ve danışmanı olur. Garrigan, başlangıçta bu durumu bir oyun gibi görse de çok geçmeden ne tür bir barbarlığın içinde olduğunu kavrar. Ugandalı insanlardan farklı olması onu daha şanslı kılmayacaktır. Dr. Garrigan (James McAvoy), aklı sadece macera yaşamak ve Afrikalı kadınlarla gönül eğlendirmek olan genç doktoru büyük bir başarıyla canlandırıyor. Doktorun, aptallık düzeyinde bir saflıkla yaklaştığı ve kişisel danışmanlığına getirildiği Idi Amin’in gerçek yüzünü görmeye başlamasıyla yaşamaya başladığı değişim ve hayatını kurtarmaya çalışırken yüzleştiği korkunç vahşet, oryantalizmin bedeli adeta.

Filmin yönetmeni daha çok belgesellerle tanınan ve "Devlet Oyunları" filminin yönetmeni Kevin MacDonald, oyuncuları ise bu filmle En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını kazanan Forest Whitaker, "Wanted" ve "X-Men Geçmiş Günler Gelecek" filmleriyle tanıdığımjız James McAvoy, Gillian Anderson ve Kerry Washington. Genel kültür anlamında belirli bir dönem hakkında bilgi veriyor olması sebebiyle izlemenizi tavsiye ederim! Özellikle 1976'da Filistinliler tarafından kaçırılan bir Fransız uçağının Entebbe'ye inmesine izin vermesi ve diplomatik krize bizzat sebebiyen veren kişi olması bilinmesi gereken bir husus. Ayrıca filmde en çok sevdiğim sahnelerden biri İdi Amin'in Dr. Garrigan'a Batılıların Afrika'yı bir oyun olarak görmesinin nasıl bir sona sebep olacağını tüm acımasızlığıyla kanıtlamasıdır.

Not: İngilizler'in yardımı ve olaylara yol açması nedeni ile liderliğe yükselen İdi Amin daha sonra her işlerine müdahale ettikleri gerekçesi ile onlara sırt çevirmeye çalışmıştır. Eğitim ve askerliğinin bir bölümünü de İngiliz ordusunda yapan İdi Amin İskoçlarla İngilizler arasındaki sinir harbi ve gerginlikler de duygusal anlamda İskoçlardan yana hissetmiştir kendini. Bu nedenle İngilizlerle oluşan husumetinde kendisine "İskoçya'nın Son Kralı" sıfatını yakıştırmıştır.

İdi Amin hakkında:
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0di_Amin

13 Ekim 2014 Pazartesi

Dracula Untold - 2014

Bram Stoker'in "Dracula" romanının ekmeği gerek fantastik edebiyatta gerekse sinemada çok yendi. Bu romanın esin kaynağı olduğu pek çok seriden sonra ilk olarak 1923 yılında "Dracula Halala" filmi çekilmiştir. Çekilen filmler Bram Stoker'ın romanına pek sadık kalmasa da, kanaatimce gördüklerim arasında konu açısından kitaptan en çok uzaklaşan film budur. Filmde 15. yy'da Transilvanya'da yaşayan yaşayan Eflak prensi (bugünkü Macaristan ama Transilvanya Romanya topraklarındadır) III. Vladimir'in giderek büyüyen Osmanlı tehdidine karşı şeytani güçlerle anlaşma yaparak mücadele etmesi anlatılmaktadır. Türkler tarafından yetiştirilen ve II. Mehmet'in de şahsen tanıdığı III. Vlad yıllarca Osmanlıya vergisini düzenli ödemiş ancak Yeniçeri Ocağı için oğlunun da içinde bulunduğu 1000 erkek çocuğun istenilmesi üzerine ikilemde kalmıştır: Ya oğlunu ve halkını sultana verecektir veya Türkleri yenmek için bir canavardan destek alarak, ruhunu şeytana satacaktır... Broken Tooth dağında pazarlık yaptığı şeytan ona hiçbir insanoğlunda olmayan bir gücü bahşedecektir ama o günden sonra Vlad'ın insan kanına olan susuzluğu doymak bilmeyecektir... Hikaye zaten film başlamadan da tahmin edebileceğimiz gibi ilerliyor, o konuda bir sürpriz yok. Dracula, gerçek bir efsane olan Vlad the Impaler'ın (Kazıklı Voyvoda) hikayesine odaklanarak Drakula'nın ve vampir mitolojisinin köklerine iniyor ve tahmin edilmeyen bir sonla bitiyor. Biz tarihi gerçeklik olarak yakaladığı Türk asker ve esirleri kazığa geçirerek öldüren ve kanlarını bir fıçıda toplayıp içen Kazıklı Voyvoda'nın Osmanlı tarafından öldürüldüğü şeklinde öğrensek de bazı kaynaklar (yabancı kaynaklar) sır olduğu ve nasıl ve nerede öldüğünün bilinmediğinden söz etmektedir.
 
Filmin yönetmenliğini ilk yönetmenlik tecrübesine imza atan Gary Shore gerçekleştirirken, başrollerde Luke Evans (Üç silahşörler, Hobbit), Dominic Cooper (kendisini "Devil's Double"da çok beğenmiştim, ayrıca "Vampir Avcısı Abraham Lincoln", "İlk Yenilmez: Kaptan Amerika" ve "Düşes" vb. filmlerinde de rol almıştır)  ve Sarah Gadon (yeni bir yüz galiba) bulunuyor. Filmin senaryosu Matt Sazama ve Burk Sharpless tarafından yazılmış, kim bu beceriksizler derseniz, ikisinin de adının altını çizdim, izninizle.
 
Sebeplerine gelince:
  • Filme yapılacak eleştirim, "Osmanlı"ya neden hiç ülke adıyla seslenilmeyerek, yalnızca "Turks" deniliyor olması değil, ya da "Zalim Türkler" yakıştırması değil, veya kötülerle işbirliği yapılması, II. Mehmet Han'ın şeytanın ta kendisi olması, Türklerin acımasızlığı... vb hiçbirisi değil... Bunlar olur şeyler!
  • Öncelikle, fantastik kurgu yapmak, kendi yarattığın dünyada istediğin kadar sınırları zorlamak demektir. Dileğini kurgulayabilirsin, ancak iş fantastik filme tarihi gerçekleri ve isimleri sokmaya gelince, yapacağın şey "tarihi gerçeğin akışını bozmadan kurgu yapmaktır". Sonuçta bunu ben bile biliyorum.
  • II. Mehmet Han'ın adının geçtiği bir filmde, nasıl öldüğü, hangi yıllar arasında yaşadığı, o dönemde Osmanlı'nın ne durumda olduğu ve Osmanlı'nın Avrupa'da nereye kadar ilerliediği gibi bilgiler bilinerek hareket edilmeliydi. Tarihi gerçekleri yadsınarak kurgu yapılmaz, tarihi gerçeklerin çıtasında olaylar fantastik kurguyla açıklanabilir. Yapılan şuna benziyor: Şeytanla anlaşma yapan Hitler'in savaşta yenileceğini anlayınca sığınakta intihar etmesi değil de, Tanrı'nın dünyaya gönderdiği melek olan kahraman Rus askeri taarfından yakalanıp Moskova'da idam edildiğini anlatan bir film kadar saçmaydı bazı şeyler.
"Filmin kötü adamı bir Osmanlı sultanı olan II. Mehmet yani sinemada en son 1453 filminde karşımıza çıkan İstanbul’u İslam topraklarına katan Fatih Sultan Mehmet… Yapımcı ekibin ya da senaryoyu yazan Matt Sazama ile Burk Sharpless’in bizim sultana bir garezi olduğu kesin. Onu başarılı bir villain (film kötüsü) yapmanın da ötesine geçip yerin dibine batırmanın derdindeler. Öyle ki Dracula karakteri ile final savaşına çıkan Fatih’in sorduğu “gücün ne kadar ha, söyle!” alayına karşılık Drakula’dan sağlam bir kapak geliyor; “seni tarih kitaplarından atmaya yetecek kadar!”"

http://www.beyazperde.com/filmler/film-203440/elestiriler-beyazperde/

8 Ekim 2014 Çarşamba

Pek Yakında - 2014

Bu ülkede herkes Cem Yılmaz hayranıdır, sonuçta komedyenlik çıtasını çok yükselttiği yadsınamaz. Şimdiye kadar izlediğim filmlerini de oyunculuğunu da çok başarılı buldum. Ama işin doğrusu, bu filmi diğer komedi filmleri gibi etkilemedi beni; sebebinin filmin orta kısımlarında yer alan dram sahnelerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Filmde gençlik yıllarında filmlerde figüranlık yapmış olan ve hayatını korsan DVD'cilik yaparak kazanan Zafer'in (Cem Yılmaz) traji-komik hikayesi anlatılmaktadır. Kanunsuz işleri bırakması için kendisine rest çeken ve boşanma davası açan eşini (Tülin Özen) kaybetmemek için bu korsancılığa tövbe eden Zafer, eşinin oyunculuk yapmak istediğini öğrenince film yapımcılığına soyunur. Amacı o günlerden gelen sinemacı dostlarıyla yeniden bir ekip oluşturmak ve 1970’lerden beri çekilememiş fantastik bir proje olan “Şahikalar-Kötülüğün Sonu” adlı filmi çekmektir.  Bu film süreci, hem dramatim, hem komik hem eğlenceli hem de maceralı bir şekilde geçecektir. Bir Cem Yılmaz şovundaymışız gibi kahkaha attığımız şakalar da yok değil filmde ama genel anlamda hikayedeki dramatik yapı da ağır bastığından çok büyük bir kahkaha tufanı bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaktır. Bu da bir gerçek :) Yine de, Cem Yılmaz yapar da, kötü olur mu?
 
Yönetmenliğini Cem Yılmaz'ın kendisinin yaptığı filmde, Tülin Özen, Zafer Algöz, Özkan Uğur, Ozan Güven, Çağlar Çorumlu, Cengiz Bozkurt, Zerrin Tekindor, Ayşen Gruda gibi oyuncular rol alıyor. Ayrıca bazı tanınmış kişiler de konuk oyuncu olarak birkaç sahnede yer almış (Yılmaz Erdoğan, Nurgül Yeşilçay, Sunay Akın vb). Filmin üç ana sponsoru var ve filmin bazı sahnelerinde bu sponsorların gözümüze sokulması gerçeği de mevcut. Ayrıca hep "hanımefendi" olarak tanıdığımız Zerrin Tekindor'un canlandırdığı karakter de hayret uyandırıcıydı :).
 
-Nereden mezunsunuz?
-Hayat Üniversitesi Beden Dili Edebiyatı mezunuyum. (bu espri ne zaman son bulacak?)

Eğlenceli bir filmdi, iyi seyirler!

30 Eylül 2014 Salı

Kitap Hırsızı (The Book Thief) - 2013

Kitap Hırsızı filmini tesadüfen izledim. Fimi beğendim, hem anlattıkları hem de geçtiği dönem itibariyle insanın içine işleyen bir konusu var. Filmi izledikten sonra öğrendim ki, bir kitaptan uyarlanmış: Markus Zusak - Kitap Hırsızı. Eğer izlemeden önce biliyor olsaydım, kitabı okumayı seçerdim, zira kitap okumayı çok sevmemin yanı sıra eser hem çok olumlu yorumlar almış hem de kitaplarda duygular filmlerden daha iyi verilebilmektedir (kanaatimce). Bununla beraber filmin başarılı olduğunu söyleyebilirim. Baş karakterimiz Liesel Meminger (Filmde olaylar Ölüm'ün -Azrail de diyebiliriz- ağzından anlatılmaktadır ve neden Liesel'e odaklandığını kendisi de bilmemektedir) İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya'da henüz dokuz yaşındayken bir aileye evlatlık verilir. Evlatlık verildiği ailenin yanında yeni yaşamına başlayan Lisesel, baskın ve otoriter üvey anne (Bayan Hubermann) ve yumuşak huylu ve sessiz üvey babaya (Bay Hubermann) uyum sağlamaya çalışır. Yeni yaşamında yanındaki tek yardımcısı yan komşusu ve en yakın arkadaşı (kendisine aşık olan) Rudy Steiner'dır. Özellikle okumayı öğrendikten sonra kitaplara ilgisi uyanan Liesel valinin eşinin yardımıyla valinin kütüphanesinden uzun faydalanır. Buradan kovulduktan sonra valinin kütüphanesine pencereden sızan Liesel, gözüne kestirdiği kitapları "ödünç almaya" başlar. Bu süreçte evlerinin bodrumunda saklanan sığınmacı Yahudi Max ile aralarında hikayelerle ve kitaplarla başlayan derin bir bağ kurulur. Max ve cesur Liesel için çevrelerinde dünyada yaşanan tüm kötülüklerden uzaklaşmanın tek yolu, kitapların ve kelimelerin ikisine sunduğu hayal dünyasıdır.

Filmin yönetmeni pek tanınan birisi değil, uzun yıllar dizi film yönetmenliği yapmış olan Brian Percival.  Hans Hubermann rolünde Karayip Korsanları'nın korsan kaptanı Barbossa karakterini canlandıran Geoffrey Rush, Rosa Hubermann rolünde Emily Watson oynuyor. Ölümün dikkatini çekerek hayatına odaklandığı sevimli Liesel Meminger karakteri ise Sophie Nelisse tarafından canlandırılıyor. Filmin çekimleri Almanya'nın Görlitz kentinde yapılmış ve müzikleri John Williams tarafından bestelenmiştir. Filmi izlemenizi tavsiye ederim ancak henüz izlemediyseniz, kitabı okumanız belki de daha iyi olur :) İyi eğlenceler!

''People observe the colours of a day only at its beginnings and ends, but to me its quite clear that a day merges through a multitude of shades and intonations, with each passing moment. A single hour can consist of thousands of different colours. Waxy yellows, cloud-spat blues. Murky darkness. In my line of work. I make it a point to notice them."

29 Eylül 2014 Pazartesi

Ninja Kaplumbağalar - 2014

Film, IMDB'den 6,4 almasından da anlayacağınız üzere, fantastik sinema sevenleri biraz hayal kırıklığına uğratmıştır. Aslında görsel olarak ve kurgu olarak sevilebilir ayrıca eğlenceli bir film. Ancak Ninja Kaplumbağa fanlarının hikayeye müdahele edilmesinden dolayı filmi eleştireceklerini tahmin ediyorum. Nitekim, onlardan birisi olarak yıllarca New York kanalizasyonlarında maruz kaldıkları kimyasal sıvı nedeniyle mutasyona uğrayan ninja ustası Splinter ile dört kaplumbağasının kötü karakter Shredder ve Beyin ile yaptıkları savaş olarak bilirdik biz bu hikayeyi. Biraz da sürpriz yapmak ve farklı bir konu sunmak niyetiyle -sanırım- bu değişime değişik bir geçmiş yazılmış. Filmde Shredder'in başında olduğu Foot Clan örgütü (devletin pek çok kademesinde ajanları vardır - sanki bir paralel yapı) büyük bir insanlık suçu işleyerek New York şehrinde yönetimi ele geçirme planları yapmaktadır. Mutajen adı verilen bir maddenin üretimi üzerinde çalışan bir şirket (ki Splinter ustanın ve dört kaplumbağanın mutasyona uğramasına sebep olmuşlardır) ve Kanal 6'nın gözüpek muhabiri April O'Neil hikayenin diğer tamamlayıcılarıdır. Senaryoya gelirsek, bildiğimiz orijinal mitten farklı olarak 21 yy.’a entegre edilmiş mutant, yani mutasyon geçirmiş yaratık konsepti, ileri seviyede genetik araştırmaların yürütüldüğü bir laboratuvar çerçevesine oturtulmuş; esas ve yan kahramanların her biri bu çerçeveden beslenerek yan öykülerini oluşturuyorlar. Teenage Mutant Ninja Turtles (TMNT- Ergen Kaplumbağalar) sevimlilikleriyle -herşeye rağmen- kendilerini sevdirmeyi başarıyorlar.
 
İlk olarak 1984 yılında Kevin Eastman ve Peter Laird tarafıdan siyah-beyaz bir çizgi roman olarak yaratılan ninja kaplumbağalar 1984'den bu yana dört filme konu olmuştur. 2014'te yayınlanan bu beşinci filmin yönetmenliğini Jonathan Liebesman ("Titanların Öfkesi" ve "Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı" filmlerinin de yönemenliğini yapmıştır) ve yeni hikayenin senaristliğini Josh Appelbaum yapıyor. Oyunculara gelirsek, April O'Neil rolünde Megan Fox oynuyor ve kaplumbağaları  Alan Ritchson, Noel Fisher, Pete Ploszek ve Jeremy Howard seslendiriyor.
 
Filmin 3D sahneleri çok başarılı ve "ergen kaplumbağalar" sahneye her anlamda kendini iyi yansıtıyor. Raphael’in 30 senedir dinmeyen ve değişmeyen öfkesi, Michelangelo’nun dizginlenemeyen çocuksuluğu, Leonardo’nun ağır abiliği ve Donatello’nun ‘dört gözlülüğü’ dozajında yedirilerek 4 kaplumbağanın da karakteristiği iyi işlenmiş. Uzun bir film olmadığı için ve eğlenceli akan senaryosundan dolayı, vaktiniz varsa izleyebilirsiniz!

8 Eylül 2014 Pazartesi

Divergent (Uyumsuz) - 2014

Dünyada -bizim de ergen olduğumuz dönemlerde- Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter fantastik hikayeleriyle başlayan fantastik bilimkurgusal faaliyetler gençler arasında oldukça ilgi çekmesi nedeniyle son yıllarda oldukça artış göstermiştir. Vampir hikayelerinden sonra Suzanne Collins'in Açlık Oyunları serisinin de tutulmasıyla, James Dashner'ın Labirent serisi ve Veronica Roth'un Uyumsuz üçlemesi şimdi merakla beklenenler arasına girmiştir. Aslında bu hikayelerin her birinin farklı açılardan bakan distopya olması gibi ortak özelliklerinin olması yirmi birinci yüzyılda insanlarda bu şekilde düşünmeye eğilim olduğu yönünde yorumlanabilir mi diye de düşünmekteyim. Neyse sözü daha fazla uzatmadan hikayeye geçersek, muhtemelen çok da uzak olmayan ve dünya düzeninin tamamen değiştiği bir gelecekte, insanlar kendi eğilimlerini temsil eden beş farklı parçaya bölünmüş şekilde yaşamaktadır: Bilgeler, Korkusuzlar, Fedakarlar, Barışçıllar ve Adiller (tabi bir de evsizler denilen banliyö benzeri yerlerde yaşayan bir aidiyetsiz topluluk var). Bireyler on altı yaşına geldiklerinde psikolojik bir analize girmekte ve hangi gruba daha yakın oldukları tespit edilerek o gruba yönlendirilmektedir. Ancak seçme şansları da olduğu için, herhangi bir grubu seçerek kabul edildikleri taktirde hayat boyu o gruba dahil olarak yaşamaya devam edebilmektedirler. Tabi, çok istisnai olarak her grubun özelliklerini taşıyan bir "uyumsuz" insan çeşidi de mevcut olabilmektedir. Uyumsuzlar yönetilemedikleri için toplumda bir tehdit olarak görülmekte ve analizde uyumsuz çıkan kişiler tabiri caizse imha edilmektedir ("You're different. You don't fit into a category. They can't control you. They call it Divergent"). Tris Prior da on altı yaşında bu testten geçince bir uyumsuz olduğunu öğrenir ancak asıl sorun bundan sonra başlar: hayatta kalabilmek. Tris hem uyumsuz olduğunu gizlemek hem de seçmiş olduğu Korkusuzlar (kolluk kuvveti) grubunda Four adındaki gizemli eğitimciye güvenmek zorunda kalır.

Aslında kurgunun çok eksik yönü var. Mesela nasıl olup da insanların gruplandırılmaya başlandığı, bazı mesleklerin kimler tarafından icra edildiği veya keskin çizgilerin nasıl oluştuğu gibi. Bu nedenle muhteşem bir kurgu görmesem de, distopik açıdan çok saçma bir film de değildi. En azından görsel açıdan ve oyunculuk açısından ben beğendim. Distopya - bilimkurgu filmleri ilginizi çekiyorsa filme bir şans verebilirsiniz.

Filmin yönetmeni Limitless (Limit Yok),  The Lucky Ones ve Sihirbaz filmleriyle de tanınan Neil Burger, oyuncuları son zamanların yeni yüzlerinden Shailene Woodley ve Theo James. Tabi bir de bilgeler grubunda hırslı bilim kadını Kate Winslet'ı göreceğiz.

"The system removes the threat of anyone exercising their independent will. Divergents threaten that system. It won't be safe until they're removed."

Neil Burger'in Limitless filmi için:
http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/02/limit-yok-limitless-2011.html

4 Eylül 2014 Perşembe

Les Miserables (Sefiller) - 2012

Victor Hugo'nun 19. yüz yıl Fransa'sını anlattığı Sefiller (Les Misérables) kitabının müzikal uyarlaması olan bu filmi izlemenizi mutlaka tavsiye ediyorum. Daha önce kitabını okuduğunuzu veya 1998 ABD yapımı olan Sefiller filmini (Bille August yönetmiştir) izlediğinizi tahmin ediyorum ancak bu filmi farklı kılan bir şey var: İngiliz yapımı müzikal bir eser olması, İngilizlerin bu konuda ne kadar başarılı olduğunu bilirsiniz (Mamma Mia veya Operadaki Hayalet vb.). Konuyu bir şekilde biliyorsunuz zaten ancak yine de bahsetmek gerekirse, film ekmek çaldığı için (yaşadığı birkaç kaçma deneyiminden sonra) on dokuz yıl kürek cezasına mahkum olan Jean Valjean'ın hayata tutunma çabasını anlatmaktadır. Aslında onun için işlem yoluna girebilecektir ancak kötü bir insanın daima kötü olacağı ve kötülük yapacağına inanan müfettiş Javert'in gölgesinin kendisini daima takip etmesi nedeniyle bu konuda zorluk yaşamaktadır. Bu yaşama tutunuş sırasında biraz da mecburiyetten suç işlese de, bakış açısını tamamen değiştirecek hayat dersini de bu sırada alacaktır (papazın gümüş takımları çalmasına rağmen kendisini affetmesi). Jean Valjean başka bir kimlikle zengin olup belediye başkanı seçilir, bu sırada karşılaştığı Fantine isimli düşmüş bir kadının kızı Cosette'yi yanına almasından sonra ikisinin de hayatı farklı yönde değişir. Fransız devrimine de değinen hikaye, ihtilalin her iki tarafındaki kişileri de anlatmaktadır.

Filmin yönetmeni ödüllü "Zoraki Kral" (The King's Speech) filmiyle tanınan Tom Hooper ve oyuncuları Jean Valjean rolünde Hugh Jackman, vazifeşinas müfettiş Javert rolünde Russel Crowe, düşmüş kadın Fantine rolünde Anne Hathaway ve Cosette rolünde Amanda Seyfried. İzlemenizi tavsiye ederim.
 
Müzikal filmlerin yaşadığı bir zorluk var, duyguları tam yansıtabilmek ve ifadeleri şiirsel biçimde söze dökerken her şeyiyle verebilmek. Bazı filmlerin bu konuda zorlandığını düşünüyorum, ancak iyi oyuncuların bir araya gelmesi sebebiyle olsa gerek, Sefiller bu konuda oldukça başarılıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse, filmin çok uzun olması beni yoran bir unsur oldu (2 saat 30 dk), ama bu kadar uzun bir konuyu önemli detaylarıyla verebilmek için yönetmenin başka çaresi de olmadı muhtemelen. Bu arada The Hollywood Reporter dergisinin haberine göre, düzenlenen ilk gösterime sadece bir grup film eleştirmeni davet edilmiş ve film oldukça beğenilmiş.

Jean Valjean: To love another person is to see the face of God.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın (Sin City) - 2014

"There is no justice without sin" eğer Günah Şehri'nde yaşıyorsan, günah işlemeden adaleti sağlayamazsın elbette! Frank Miller'in kara film tadındaki çizgi romanından uyarlanan serinin ilk filmini (film 2005 yılında gösterime girmiştir) üniversitedeyken izlemiştim. Çok etkileyici bulduğumu anımsıyorum, özellikle çok fazla şiddet/kan dolu sahnelerin başka renklerle verilerek filme karikatür havasının kazandırılması bana çok farklı gelmişti. İkinci film ilk filmin bıraktğı yerden devam etmese de, aralarında bağlantılar var ve biribir ile "konu" ile bağlanan üç olay anlatılıyor. Konu ile derken farklı kişiler ve farklı olaylar yaşansa da, herkes "intikam" peşinde. Günah Şehri vahşi doğa gibi, tehlikenin nereden ne zaman geleceğini kestiremiyorsunuz bu nedenle her zaman tetikte olmanı gerekiyor. Siyasetçilerin, polisin ve devlet kurumlarının yozlaştığı (yani tuzun koktuğu) bu şehirde hayatta kalmak için sizsin de bir günahkar olmanız şart! Günahkar hayatı bırakıp kendi hayatını çalışarak kazanmaya çalışan Dwight (Josh Brolin) bile güçlü olmasına rağmen "Uğruna Öldürülecek Kadın"a tekrar rastlayıncaya kadar yeni hayatına tutunabiliyor. Çok şanslı bir kumarbaz olan Johnny'nin Senatör Roark'tan almak istediği intikamın hırsları arasında Nancy Callahan (Jessica Alba)'ın John Hartigan (Bruce Wills) intikamı yerleştirilir. Ortalığı karıştıran ve rolüna inanılmaz yakışan femme fatale Ava Lord (Eva Green)'un hırsları ise bambaşka bir konudur. Bu şehirde unutulmaması gereken bir şey vardır sadece: Hiç kimseye güvenmemen gerektiği!
 
Filmin yönetmenliğini Robert Rodriguez ve Frank Miller yapmıştır. Pek çok tanınan çizgi roman serisine sahip olan Miller tanınmış fantastik filmlere konu olan eserlerinin yönetmenliğini & yapımcılığını da üstlenmiştir (Sin City, the Spirit filmelerinin yönetmenidir ve Wolverine, Batman ve 300 Spartalı filmlerinin senaryoları kendisine aittir). Ben bu tür filmlerden ve çizgi romanlardan hoşlanan birisi olarak filmi beğendim, her ne kadar sonunda bir yere bağlanamsa da (Bir noktaya eleştirim olacak, ilgisiz bir yerde koca kazandığı tüm paranın aldattığı eşi tarafından boşanmak suretiyle alınmasından çok korktuğunu söylemişti. Neden olduğunu anlayamadım zira Sin City'de yaşıyorsun, boşanma davasında hakimi görmek suretiyle işi halledersin kanaatimce ya da karını temizleyecek kişi bulmak da zor olmayacaktır, kıpps). İzlemenizi tavsiye ediyorum, sizin de değişik bulacağınızdan eminim.

"Sin City's where you go in with your eyes open, or you don't come out at all.

"Death is just like life in Sin City. It always wins."

24 Ağustos 2014 Pazar

Lucy - 2014

Film, zaman zaman hepimizin aklından geçen bir soruya bilim-kurgu tadında yanıt vermeye çalışmış: Beynimizin % 10'undan fazlasını kullanırsak ne olur? Bu konuda şimdiye kadar kanıtlanamayan pek çok teoriden birisi bu filmde konu alınmış. Genç ve güzel ancak sıradan bir hayatı olan Lucy (Scarlett Johansson - Tarihteki ilk kadına verilen isim) bir hafta takıldığı bir adam tarafından (Richard) bir şekilde kandırılır ve kendisini acımasız bir Uzak Doğu uyuşturucu çetesinin elinde rehine/kurye olarak bulur. Operasyonla bağırsaklarının arasına yerleştirilerek Avrupa'ya ve Amerika'ya kaçırılmak istenilen C.P.H.4 isimli maddenin paketi patlayarak kanına karışması sonucu beyninde daha önce hiç kimsenin erişemediği noktalara erişir. Lucy'nin beyni yavaş yavaş gelişmeye başladığı için % 30, % 50, % 70'ini kullanabildiğinde neler olacağını ve en sonunda tamamını kullanmayı başardığında neler olacağını anlatan film bir anlamında Limitless'a da benziyor. Beynin çalışma kapasitesi ve algı düzeyi sentetik bir uyuşturucu ile arttırılıyor ancak Lucy gerçekleri görmek ve göstermek açısından çok havada kalıyor kanaatimce. Bununla beraber, Morgan Freeman'ın profesör olarak filmde rol alması ve bilimsel teorileri anlaşılabilecek en basit haliyle anlatması dahi filmin bu "Ne oldu yani şimdi?" sorusunu sordurmasına engel olamıyor. Ayrıca her türlü sentetik ilaç/uyuşturucunun doz aşımı insan denen makinenin işleyişini bozabiliyorsa, henüz daha kimsenin bilmediği ve bu kadar güçlü bir maddenin Lucy'ye ilk anda herhangi bir zarar vermemesi filmi gerçekçilikten biraz daha uzaklaştırıyor. Sonuçta bir bilim kurgu filmi olduğundan, bir başkasının hayal gücünden filmi izleyerek daha farklı bir mantık kurabiliyoruz.
 
Filmin yönetmeni "Sevginin Gücü", "5. Element", "Angel-A", "Derinlk Sarhoşluğu" ve "Malavita: Belalı Tanık" filmlerinden tanıdığımız Luc Besson ve oyuncu olarak Scarlett Johansson ve Morgan Freeman filmdeki tanınmış yüzlerden. IMDB puanının 6,6 olmasından anladığım kadarıyla kimse film hakkındaki düşüncelerinden emin değil :). Boş vaktiniz varsa zaman ayırılabilecek eğlenceli bir film ancak büyük beklentiyle gidilmemesi tavsiyemdir.
 
Yönetmen hikaye akışı boyunca varoluşsal teorilerle, kendini fazla ciddiye alan bilimle ve nihayetinde evrenin oluşumunu anlamak için harcanan enerjiyle sağlam kafa buluyor; bunu da yüzdeler artıkça absürt komedinin sınırlarını zorlayarak yapıyor. Spoiler vermeyelim ama filmin ‘saçma!’ hissettirebilecek finali benim açımdan tam bir CERN göndermesiydi. “Evrenin sırrını anlamak için bu kadar da kasmayın, yüzde yüze vardığınızda hepimiz bir yumurta ve bir spermden ibaretiz zaten!” diyor Luc Besson; bence başka da ciddiye alınacak bir derdi yok.

Limitless hakkındaki yorumlarım için:
http://sinemubi.blogspot.com.tr/2014/02/limit-yok-limitless-2011.html

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Wim Wenders

Ernst Wilhelm "Wim" Wenders is a German director, however, he is not only a director but also playwright, author, photographer and producer. His movies are pretty different from other films which we have watched. He is generally considered as realistic with his films but we will doubt from this information after this movie. He is considered as one the most successful young generation directors of Germany with his subject of social criticism, spirit of searching for a new life and 68’s spirit of freedom. "Wings of Desire" is the movie of  him and no doubt,  it is his best work and it is the movie that got most prizes (Best Director at Cannes 1987). Best- known works from his filmography:

- The Soul of a Man (2003)
- The Million Dollar Hotel (2000)
- Buena Vista Social Club (1999) (documentary about Cuban Musicians)
- Until the End of the World (1991)
- Paris, Texas (1984)
- The State of Things (1982)
- The American Friend (1977)
- Summer in the City (1970)

Road Movie Trilogy:

- Alice in the Cities (1974)
- Wrong Move (1975)
- Kings of the Road (1976)

Wenders was born in Düsseldorf in 1945. He studied medicine first but he changed his major and chose to study philosophy.  At the end, he realized that being a painter suits him, he went to Paris to study in fine arts but he failed. He began to work as an assistant of an American artist and during this time he realized that he was fascinated by cinema. First, he started to work as a film critic and nowadays he is one of the most famous directors of the world. Wenders began his career with the rise of the New German Cinema at the end of the 1960s, with Summer in the City (1970). Wenders is also a member of the advisory board of World Cinema Foundation. The project was founded by Martin Scorsese and aimed at finding and reconstructing world cinema films that have been long neglected. Wenders is also a Jury Member for the digital studio Filmaka, a platform for undiscovered filmmakers to show their work to industry professionals.

"Sex and violence was never really my cup of tea; I was always more into sax and violins."
 
"I want to make personal films, not private films"

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Korku Seansı (The Conjuring) - 2013

Korku filmleri benim izlemek için tercih ettiğim bir tür değildir. Daha önce de belirttiğim gibi, bilim-kurgu veya fantastik filmlerden daha çok hoşlanıyorum. Ancak hafta sonu dalışa giderken serviste (yolumuz yaklaşık 8 saat sürdüğü için) dalgıç arkadaşlar bunu izlemek istediği için mecburen izledik :). Filmin tek cümleyle özeti "Klişelerin korku filmi" olmasıdır herhalde. İzleyicinin gözünde daha da gerçekçi kılabilmek için "gerçek bir hikayeden uyarlandığı" gibi bir açıklama da filmin başında yapılıyor. Doğaüstü olayları inceleyip açıklamaya çalışan medyum bir çift (Ed ve Lorraine Warren) karşılaştıkları pek çok vakada insanlara yardım edip, lanetleri eşyaları da evlerinin bodrumunda (müze gibi) cam dolaplarda saklamaktadırlar. Bu filmde diğer vakalardan biraz söz edip, asıl olaya geçilir ki söylendiğine göre karşılaştıkları en korkutucu vakadır. Eski bir konağı kendilerine ev olarak alan Perron ailesi, evde anlam veremedikleri bazı olaylarla karşılaşmaktadır ve artık bu durum kendilerini rahatsız edici boyutlara varmıştır. Bu vakayı çözebileceklerine inanan deneyimli Warren çifti, ne kadar şeytani bir varlıkla karşı karşıya olduklarını fark ederler. Daha önce karşılaştıklarından çok daha güçlü bir varlık eve adım atan herkesin hayatını kabusa çevirme peşindedir. Film korku-gerilim film türüne herhangi bir yenilik getirmiyor gördüğüm kadarıyla ancak IMDB puanı 7,5 olduğuna göre pek sevilmiş galiba. Biraz "Paranormal Activity" tarzında olduğu için sevildiğini tahmin ediyorum. Korku filmi sevenler için tavsiye edebilirim!

Filmin yönetmenliğini ilk Testere filminin yönetmenliğini yapan James Wan yapmaktadır (korku filmi sevenler tarafından tanınmaktadır kendisi). Henüz çok genç bir yönetmen olduğu için kendisinden nice korku-gerilim filmi beklemekteyiz (her ne kadar izlemeyecek olsam da). Filmin başrollerini Yetimhane filminden tanıdığımız Vera Farmiga ve Prometheus'un yıldızlarından Patrick Wilson paylaşıyor.

"Şeytan oyuncakların içine girmez, sadece kendilerini girmiş gibi gösterirler. Şeytan yalnızca insanların içine girer."

25 Temmuz 2014 Cuma

Wings of Desire - 1987

"Wings of Desire" is the movie of Wim Wenders who is one of the best-known directors of Germany. No doubt, “Wings of Desire” is best work and it is the movie that has many prizes (ex. Best Director at Cannes 1987). The original name is “Der Himmel über Berlin” and the direct translation is "Sky above Berlin". The main city of the movie, Berlin, is full of angels in the movie that are moving around and listening to the tortured thoughts of mortals. Angels never interfere the lives of mortals and they just try to comfort them by touching or telling something that mortals are not able to hear. Damiel and Cassiel are two angels that hang around Berlin and observe people and listen to their thoughts. They are immortals so they know the past of German and the present time that they are in and they compare two Germans in some scenes. One day, Damiel (Bruno Ganz) meets to a beautiful trapeze artist, Marion (Solveig Dommartin), in a circus and he fell in love with her. Damiel wishes to become mortal as humans after falling in love and after meeting Peter Falk who explains Damiel the joys of being human and feeling like a human. Even the small things that we don’t give emphasis in daily life such as bath, coffee and cigarette might be valuable than we think. As it is understood, the movie is reflected from the angel’s point-of-view and it is mostly black and white since angels can not see that colors of life. Some scenes are in color but these parts are the human’s point of view. The movie ends with a statement “to be continued” and it gives a message that it will continue. And it is followed by “Faraway, So close” in 1993.

There may be a lot of different comments about this movie but I believe that the differences between scenes show the difference between life with love and without love. For Damiel, love give color to his life as it always gives color to human’s life. When the film ends, the audience will think that they have read a wonderful poem and they will understand better what is to feel like a human.

The Sky above Berlin, tells the story of Berlin and people who live in Berlin from the eyes of two angels that are squeezed from immortality and eternity. “Wings of Desire” is one of most iconic movie of Wenders at the same time. Children are the most important symbols in the film. Even in the beginning of the film, we can read what Damiel writes about the children. Damiel explains why children are so special. A child is a symbol of purity. At the same time, this purity makes the children understand the world, look what is at the back of visible, and see the fascinating truth. So that, only children can sees angels. And children ask the questions that are not questioned. Why am I me and not you? Why I am here and not there? When does the time begin and where does the space end? Does evil really exist and which people are really bad?

“Longing. Longing for a wave of love that would stir in me. That's what makes me clumsy. The absence of pleasure. Desire for love. Desire to love.”

"… I was often alone but never lived alone."

“Only with him could I be alone, open for him. And welcome him wholly to me, and we could share in happiness. I know that it's you.”

“Time is a treat of everything but what if the time is the disease itself? Everything is so empty, so compatible. Emptiness, the fear, fear fear… like an animal lost in the jungle. Who are you, now; I don’t know…Berlin… I am a stranger here but it sounds familiar"