25 Kasım 2014 Salı

Gone (Kayıp) - 2012

"Kayıp Kız"ı izlemek isterken yanlışlıkla bu filmi izledik (biraz pişmanız). Mutlaka izlenesi bir film değil ancak vaktiniz olursa düşünülebilir. Ama biraz karanlık (psikolojik gerilim gibi değil, yanlış anlaşılmasın) ve mantıksız bir kurguyla ilerliyor. Jill (Amanda Seyfried) bir süre psikolojik tedavi görmüş ve halihazırda anti-depresan haplarla hayatını sürdüren bir kız aynı zamanda, kız kardeşi ile aynı evde yaşıyor ve uyumakta zorlandığı için geceleri açık olan küçük bir lokantada garsonluk yapıyor. Aslında Jill geceleri uyumakta zorlanması tesadüf değil; birkaç yıl önce psikopat bir katil tarafından uyurken kaçırılıp ormanda bir çukura atıldığını ve işkence ile öldürülmek üzereyken katilini yaralayıp kaçtığını iddia etmektedir. İddia diyorum, çünkü polis ormanda yaptığı araştırmada herhangi bir çukur bulamamış, Jill'in vücudunda tecavüz, işkence vb. bir ize rastlanmamış olması dolayısıyla da halüsinasyon gördüğüne kanaat getirmiştir (polisin gözünde kız zaten delidir). Bu nednele günün birinde kız kardeşi ortadan kaybolduğunda, kimse Jill'in katilin geri döndüğü ve peşine düştüğü hikayesine inanmaz. Jill bir anda ortadan kaybolan kız kardeşinin sınavlardan bunalıp bir süre haber vermeden kafa dinlemeye mi gittiğini yoksa kendisine ulaşmaya çalışan psikopat katilin ikisine de zarar vermeyi mi amaçladığını kendi kendine bulmak zorunda kalacaktır.
 
"Kısacası "Başkarakterimiz deli mi yoksa değil mi?" sorusu, bu filmi izleyecek olan seyircinin cevabını merak edeceği ve etrafında gezeceği tek soru. Bu nedenle herhangi bir şekilde çok yönlü, sarsıcı ya da etkileyici bir film beklemeyin. Zira karşınızda merakınızın dakikadan dakikaya biraz daha azalacağı bir film bulmanız pek muhtemel. Zaten yönetmen ve yapımcılar da filmlerinin çapından haberdar olduklarından Gone'ı olduğundan büyük göstermeye çabalamaktan şiddetle kaçınıyorlar."
 
Brezilyalı sinemacı Heitor Dhalia'nın yönetmenliğini üstlendiği yapımın senaryosu Allison Burnett'a ait. Tanınmış oyuncuları ise Amanda Seyfried ve Jennifer Carpenter (Dexter dizisinden tanıdığımız Debra Morgan). Tatmin edici değil, yorucu bir film, hızlıca geçiştirilmiş finali ve yanıtlanmayan soruları da var. Bu nedenle izleyip izlememek size kalmış. İyi seyirler!

24 Kasım 2014 Pazartesi

Good Will Hunting (Can Dostum) - 1997

Özgün adı "Good Will Hunting" olan filmin senaryosu Matt Damon ve Ben Affleck tarafından yazılmış ve en iyi senaryo dalında ödül almıştır. Bir bakıma, bu senaryo & film ile hem senaristler hem de oyuncular kendilerini kanıtlamış ve adı dünyada duyulan ilk eserlerini meydana getirmişlerdir. Bazı yönleriyle biraz abartılı bulsam da, ben filmi beğendim. Will Hunting (Matt Damon) Massachuset Üniversitesi'nde hademe olarak çalışan İngilizlerin "Genius" olarak adlandırdığı tipte bir gençtir. Ancak -muhtemelen çocukluğu yalnız ve sefil geçtiği için- kendisini yönlendiren birisi olmadığından suç işlemeye & şiddete meyilli bir gençtir. Hademelik yaptığı sırada çözülmesi neredeyse imkansız matematik sorularını çözdüğü matematik profesörü tarafından keşfedilince hayatı da bir anlamda değişmiş olur. Basit suçlardan sabıkası bulunan Will Hunting, son olayından sonra profesörün kendisine kefil olmasıyla hapishaneden çıkar ancak profesörün bir şartı vardır: Tedavi görmesi. Profesör bu görev için eski bir arkadaşı terapist Sean Maguire (Robin Williams) ile anlaşır. İnsanlarla ilişkilerinde etrafına hep bir duvar çekerek arkasına saklanan Will, belki de bu terapistte kendisini bulacak ve onun hayatını yeniden yönlendirmesine izin verecektir? Senaryonun -inanılmaz özgün olmasa da- son derece etkileyici bir başarı öyküsüne odaklandığını söylemek mümkündür. Kaldı ki, en iyi senaryo dalında ödül kazanması da bunu kanıtlar niteliktedir.
 
Başrolünde Matt Damon, Ben Afflect ve Robin Williams'ın oynadığı filmin yönetmeni "Şöhret Tepesi" ve "Paris Seni Seviyorum" filmleriyle de tanınan Gus Van Sant'tır. Alınan diğer ödülün yanı sıra, Robin Williams da sergilediği performans ile en iyi yardımcı erkek oyuncu seçilerek oscar kazanmıştır. Arşivlik bir film olup olmadığına siz karar verin ancak izlemenizi tavsiye ederim!
 
"Mükemmel değilsin. Seni şüpheden kurtarayım tanıştığın o kız da mükemmel değil. Asıl soru birbiriniz için mükemmel olup olmadığınız. Önemli olan bu. Dünyadaki her şeyi bilebilirsin ama bunu öğrenmenin tek yolu denemektir."
 
"Sana kadınları sorsam neleri sevdikleri hakkında bir sürü şey sayarsın. Belki birkaç kere yatmışsındır da. Ama bir kadının yanında uyanmanın ve mutlu olmanın ne demek olduğunu söyleyemezsin. Sana savaşı sorsam Shakespeare’den bahsedersin değil mi? Ama hiç savaş görmedin. En yakın dostunun, kafası kucağında son nefesini verirken sana nasıl baktığını görmedin. Sana aşkı sorsam sonelerden alıntı yapacaksın. Ama bir kadının karşısında hiç tamamen savunmasız kalmadın. Sana gözleriyle hükmedecek birini hiç görmedin. Tanrı’nın seni cehennemden kurtarması için indirdiği meleğin o olduğunu hiç düşünmedin. Onun meleği olmak nasıl bir şey bunu da bilmiyorsun. Bir aşkı sonsuza dek paylaşmayı..."

17 Kasım 2014 Pazartesi

On Altıncı Raund (The Hurricane) - 1999

1960'lı yılların "Hurricane" (Kasırga) lakaplı ünlü boksörü Rubin Carter'ın hayatının önemli bir bölümünü anlatan film, boksörün 1975 yılında yayınlanan ve hapishanedeyken yazdığı "On Altıncı Raund" kitabından esinlenilerek yapılmıştır. Sorunlu bir çocukluk yaşayan Rubin, Amerika'da siyah-beyaz ayrımının hat safhada yaşandığı bir dönemde bu insanlık dışı tavırlardan nasibini almıştır. Gençlik yıllarında (teenage) bir süre hapse girip çıkan Rubin, 1961 yılında hapisten çıktıntak sonra boksörlük kariyerine profesyonel olarak başlamıştır. Bu zaman zarfında evlenip çocuk sahibi olan Rubin Carter'ın hayatı 1966 yılının gecesinde tekrar değişir. New Jersey'de bir bardan bir arkadaşıyla beraber çıkan Rubin, çevrede bulunan başka bir barda yaşanan ve üç kişinin ölümü ile sonuçlanan bir saldırı suçundan tutuklanır. Çocukluğundan bu yana kendisi ile husumeti olan ve zencilerin doğuştan suçlu olduklarına inanan Della Pesca adında ırkçı bir polisin yürüttüğü soruşturmada delillerin yeterince aydınlatılmamasından dolayı Rubin ve arkadaşı ömür boyu hapis cezasına çarptırılır (filmin bu kısımları tamamen Rubin Carter'ın anılarını yazdığı kitaba dayandığı için ne kadar doğrudur bilmiyorum, yeterince kanıt olmasa da suçlunun kim olduğunun belli olmadığını ve Rubin'in anılarını yazarken objektif olamayabileceğini de hesaba katmak gerekir kanaatindeyim). Karara itiraz ederek 3 kez jüri yargılaması geçiren Rubin, her üçünde de suçlu bulunur. Yıllar sonra (19 yıl sonra) bir şekilde kitabını okuyan ve onun hayatından etkilenen Lesra Martin isimli bir çocuk yanında yaşadığı Kanadalı aile ile beraber davanın tekrar açılmasını sağlar.

Irkçılığı ön plana çıkarmadan ancak tüm yoğunluğu ile anlatmayı başarmış harika bir film! Filmde en çarpıcı bulduğum sahneler, şampiyonluk maçında yüzünü dağıttığı ancak berabere kaldığı beyaz boksorün jüri kararıyla tekrar şampiyon seçilmesi ve mahkemede karar açıklandığında "adil bir jüri tarafından yargılandınız" sözünden sonra kameranın jüriye dönmesi ancak jürinin tamamının beyazlardan oluşması... Lesra Martin'in Hurricane'in kitabını iç sesine güvenerek seçmesi de ilginçti: "Bazen okuyacağımız kitapları biz değil, onlar bizi seçer."

"İnsanlık Suçu" (The Statement) filminin de yönetmeni Norman Jewison'un yönettiği ve başrolünü Denzel Washington'un oynadığı bu filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Belki bu vesile ile Bob Dylan'ın "The Hurricane" isimli şarkısını da dinlemek istersiniz.

"Yazmak bir silahtır. Bir yumruğun olabileceğinden çok daha güçlüdür. Yazmaya oturduğumda bu hapishane duvarlarının dışına çıkabiliyorum."

10 Kasım 2014 Pazartesi

Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol - 2013

Güney Afrika ve ABD 2013 ortak yapımı olan ve Nelson Mandela'nın hayatını kronolojik olarak anlatan film ülkemizde Nisan 2014'te vizyona girmiştir. Güney Afrika'nın ilk siyahi devlet başkanı olan ve Anti-Apartheid aktivist olarak tanınan Nelson Mandela'nın çocukluğundan başlayan hayatı başkanlığına kadar (Aralık 2013'te vefat etmiştir) kendi otobiyografik kitabından uyarlanarak aktarılmıştır. Hem sosyoloji hem de politika ile ilgili derslere konu olan Mandela,  özellikle nobel barış ödülünü almış birisi olarak herkesin bir şekilde aşina olduğu bir isim. "Bir ülkenin onlarca yıllar süren acısının en büyük parçası olan bu liderin her biri birer filme sığabilecek olaylarla dolu yaşamını filmin iki buçuk saatlik süresine bile detaylı olarak sıkıştırmak çok zor tabi. İlk olarak Mandela’nın zalim beyaz otoriteye karşı kullandığı şiddetsiz protesto işe yaramayınca şiddetli saldırılara başvurma kararını vermesini izliyoruz." Güney Afrika'nın siyahların yaptığı protesto eylemlerini silahla bastırmaya çalışması (ki bir eylemde pek çok kişi sırtından vurulmuştur) dünyanın tepkisini çeker ve tüm dünyada eylemcilere destek protestoları düzenlenir. Filmde bazı politik olaylar, hapishane anıları ve müzakereler biraz hızlı geçilse de (nedense eşleri ile ilgili mevzular daha detaylı anlaşılmış gibi geldi bana) kronolojik şekilde fikir elde etmeyi sağlıyor.

Filmin yönetmenliğini "Boleyn Kızı" ve "Cinsel Masumiyetin Kayboluşu" filmleri ile tanınan Justin Chadwick yapmıştır. Filmde Nelson Mandela - Madiba karakterini canlandıran kişi İdris Elba, eşi Winnie Mandela'yı canlandıran kişi Naomie Harris, diğer oyuncular (silah arkadaşları) Robert Hobbs ve Mark Elderk'dir. Film çekildiği yıl farklı dallarda ödüle aday olmuş, filmin jeneriğinde yer alan ve U2'ya ait olan "Ordinary Love" şarkısı ilse Altın Küre Ödüllerinde "En İyi Şarkı" ödülünü almıştır.

Sonuçta film, halkına zulmeden, hiçbir zaman değişmeyecekmiş, gitmeyecekmiş gibi gelen otorite tarafından bir zamanlar terörist olarak ilan edilmiş, otuz yıl boyunca hapse atılmış bir adamın eninde sonunda cumhurbaşkanı olup halkına hak ettikleri özgürlüğü vermesini anlatıyor. Özgürlüğe giden yol uzun tabi, ama sonuçta o yolun sonuna varılacaktır.

"- Kişisel amacınız nedir?
- Çok güzel çocuklarım, çok güzel bir karım var. Onların kendi topraklarında özgürce yürümelerini istiyorum."

4 Kasım 2014 Salı

Unutursam Fısılda - 2014

Sinemaya gittiğimde film başlamadan önce yapılan tanıtımlarda gördüğümde film çok ilgimi çekmişti. Zaten Çağan Irmak sevdiğim bir yönetmen olduğundan, ona ait bir filmin ilgili çekmesi için başka nedenlere ihtiyacı yok :). Bu kez Yeşilçam tarzında (konu ve diğer detaylarıyla beraber) bir film yapmış. Sonuçta Yeşilçam izlemeyi seviyorsanız, bu filmi de beğenmeniz kaçınılmaz, yaşı nispeten daha olgun olanların filmi daha çok sevmesinin sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Zira konu olarak baktığımızda taşra kasabasında yaşayan, büyük hayalleri olan (şarkı söyleyen) bir kız Hatice (Farah Zeynep Abdullah), onun içine kapanık ablası Hanife (Gözde Cığacı), yine aynı şekilde tutkulu bir hayalci olan kaymakamın oğlu Tarık (Mehmet Günsür) ve onların çapraşık aşk üçgeni alıştığımız film tarzını aratmamaktadır. Bu filmi güzel yapan evden kaçıp ünlü olan şarkıcı kız Ayperi'nin olağandışı hikayesi değil bu hikayenin devamını anlatması :). Her zaman mutlu sonla biten ve hayatın zirvesinde bırakılan bir hikayenin ilerledikçe nasıl sonlanacağının  hayal gücüne bırakılmaması bu filmi aynı konudaki diğer filmlerden ayıran yönü olmalı. Bununla beraber, oyuncuların başarısı da filme değer katan başka bir unsur. Hümeyra ve Işıl Yücesoy'u oyuncu olarak izlemek de ayrı bir keyifti (Işıl Yücesoy'da Hümeyra gibi 1970'lerin şarkıcılarından aslında. "Ya seninle ya sensiz" şarkısını çok güzel yorumlamıştır). Yönetmenliğini ve senaristliğini Çağan Irmak'ın üstlendiği yapımda yukarıda saydığımız oyuncuların yanında Kerem Bursin'i de görmek yeni nesli biraz heyecanlandırabilir. 

Film için eleştirdiğim bir nokta 1970'lere ait kıyafetlerin ve karakterlerin biraz abartılmasıydı. Unkapanı gerçeği  ve tesadüflerin zirveye çıkardığı hayat aslında gerçeği yansıtsa da, karakterler her şeyi vermek isteyince biraz yapmacıklık işin içine girmiyor da değil. Tabi, Çağan Irmak yine dram türünden vazgeçmese de, film bana diğerleri kadar dramatik gelmedi. Vaktiniz varsa izlemenizi tavsiye ederim!

"... Çünkü kendimi hür hissetmiyorum."

3 Kasım 2014 Pazartesi

Otomatik Portakal - 1971

Anthony Burgess'in aynı isimli kitabından uyarlanan filmi (hem kitap okuyucusunun hem de sinema seyircisinin gönlünü kazanan nandide uyarlamalardan birisi olarak kabul edilir) hem çekildiği dönem hem de konusu itibariyle düşünürseniz çok farklı bulacağınıza eminim.  Filme kara ütopya demek doğru olur mu bilmiyorum ama bilinmeyen bir yerde ve bilinmeyen bir zamanda geçtiğini söyleyebiliriz. Film kahramanımız Alex'in (Malcolm McDowell) kendi hikayesini anlatması şeklinde ilerliyor (ki bu daha da merak uyandırıcı). Kendi çapında bir kabadayı olan Alex, kendisi gibi üç zamane genciyle beraber bir çete kurarak ahlaki değerleri çökmüş, kötülüğün her yerde kol gezdiği bir topluma ayak uydurup, kendi "horrorşov"unu yaratmak ister (filmde bu kelime bu haliyle sıkça kullanıldığı için, bu şekilde kullanmayı uygun buldum). Alex çetesiyle beraber işlediği şiddet dolu suçlardan sonra, kendileriyle fikir ayrılığına düşer düşmez onlar tarafından ihbar edilir ve 14 yıl hapse mahkum edilir (aslında yaptıkları için çok az bile). Bu süreçte İncili okuyarak ve erdemli davranarak pederin gözüne girer ve hükümetin yeni programına kobay olmak için gönüllü olur. Bu deney kobayın beynini yıkamak suretiyle onun "şiddet ve zorbalık" dolu olaylara olumsuz tepki vermesini amaçlamaktadır ancak deneyin kendisi de bir o kadar insan doğasına aykırıdır. Aslında asıl önemli olan, bu süreçten sonra ne olduğu/olacağıdır. Alex, bu deneyden sonra gerçekten şiddet karşıtı ve toplumsal düzene saygılı biri olmuş mudur? Veya doğası gereği tam da pederin söylediği gibi (İyilik içten gelir. İyilik bir seçimdir.) aslında Alex insanlıktan çıkmış mıdır? Bu yönüyle film değişen dünya düzeni ve bu değişimin insanların üzerindeki farklı etkilerini, suça ve şiddete eğilimi ustaca yansıtmıştır. Eser o yılların (1960'lı yıllar) modernleşme ve değişim sancılarını yansıtırken, bireylerin ne kadar özgür veya baskı altında olması gerektiğini ve sonuçlarını da sorgular.

Stanley Kubrick (sinema tarihinin en başarılı yönetmenlerinden birisi olarak kabul edilir) tarafından sinemeya uyarlanan film, 1972 Akademi Ödüllerine dört dalda aday gösterilmiştir. Eski bir film olduğundan yeni nesil tanınan oyunculardan söz edemesek de, kara mizah anlayışıyla (kara mizah olmasaydı bu sapkınlıkta bir filmi pek çok kişi izleyemezdi diye tahmin ediyorum) ve başarılı roman-film uyarlamasıyla sinema tarihinin kült filmlerinden biri olduğundan rahatlıkla söz edebiliriz.
 
Benim yapabileceğim eleştirilerden birisi, bu kadar yozlaşan bir toplumda aslında "balığın baştan kokması" gerektiğidir. Yani yetkililerin işini iyi yaptığı bir yerde, toplumda bu denli şiddet yanlılığı baş göstermez diye tahmin ediyorum. Her ne kadar insanoğlu doğası gereği şiddete meyilli olsa da, bunu yapacak cesareti bulması, kendisine yeterli yaptırım uygulanmamasından da ileri gelir. Ancak filmde, polislerden korkulmaktadır, hükümet suçu azaltıcı politikalar izleye çalışmaktadır, peder yoldan çıkmamıştır, gardiyanlar işini yapmaktadır vb. - yani Sin City gibi bir baştan sona yozlaşmadan söz edemeyiz ki bu bence büyük bir çelişkidir.
 
Filmin adı neden "Otomatik Portakal" (A Clockwork Orange)? Yazar İngiliz argosunda (Cockney olarak adlandırılır) böyle bir deyişin var olduğunu ve kelime anlamı olarak yüksek derece gariplikleri barındıran kişi anlamına geldiğini belirtmiştir. Bu kelimenin hikayesine çok uyduğunu düşünen Burgess "...insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum." açıklamasını da yapmıştır. Belki de bu sebeple olsa gerek, kitapta/filmde bol bol argo kelime kullanılmış ve kasıtlı olarak gençlerin dili bozulmuştur (kitabı okumadım ancak okuyanlar çok etkileyici olduğunu ancak filmden daha fazla şiddet sahnesi içerdiğini belirtmektedir). Bu nedenle Otomatik Portakal aynı zamanda bir dilsel deney olarak da değerlendirilmektedir.

"Bu günah! Bu günah! Bu günah! Bu günah! Bu günah! Bu günah! Günah? Bunun neresi günah? Bu! Ludwig Van’ı bu şekilde kullanmak. O kimseye bir zarar vermedi. Beethoven sadece müzik yaptı." (Alex'in Nazi kamplarındaki zulümü videoda izlerken arka planda çalan Beethoven için yaptığı yakınma)

"Herkesin bildiği gibi hükümet senin yüzünden popülaritesini yitirdi, oğlum. Gelecek seçimleri kaybedeceğimiz söyleniyor. Basın bizi çok eleştirdi yapmak istediğimizden dolayı. Ama kamuoyu değişkendir." (Bakan'ın sözü ne kadar da doğru ve modern zamanı yansıtır nitelikte)