24 Şubat 2014 Pazartesi

Yasak Aşk (Two Mothers) - 2013

FilmEkiminden bu yana merak ettiğim filmler arasındaydı bu film. Aslında ne bekliyordum, onu bilmiyorum, sadece ilginç buldum. Yine de söylemek isterim ki olağanüstü bir film değil. Aslında filme olan ilgimin öncelikli sebebi oyuncuları: Naomi Watts (Lil) ve Robin Wright (Roz). Filmde çocukluktan bu yana tanışan bu iki güzel ama olgun hatun Avustralya'nın deniza nazır bir kasabasında yaşamaktadırlar ve sürekli görüşen çok yakın iki arkadaştırlar. "Teenage" (gençlik) çağınınn sonlarında iki genç çocukları vardır: Tom ve Ian. Tabi tahmin edeceğiniz üzere bu çocuklar ile anneler (çaprazlayın sadece) arasında bir yakınlaşma olur (tuhaf bir fantezi). Hikaye Doris Lessing'in "Büyükanneler" ("The Grandmothers") adlı kitabından sinemaya uyarlanmış ki Doris Hanım da olgun bir hanım olduğu için belki de kendi fantezilerini kaleme almıştır, kim bilir! Roman da nasıl anlatıldı bilmiyorum ama, filmi izleyen biri olarak rahatlıkta Christopher Hampton'un senaryo işinde iyi olduğunu söyleyebilirim. Yalnızca bazı sahnelerin uzatılması gereksizdi kanaatimce ki bu da daha başka kişilerin sorunu. Yine de bazı noktalarda güzel bir kadın hikayesi. Tabi nereden baktığınıza göre değişse de, "ahlaksız kadınlar"ın hikayesi (Kadının ‘seçme ve seçilme’ özgürlüğünün sınırları konusunda ‘köşeli’ düşünenlerin filmde anlatılanlardan rahatsız olacakları kesin.)

Benim bir eleştirim var: Burada yasak olandan ziyade olağanın dışında bir aşk ilişkisi var. Nihayetinde iki hatun da -olgun da olsalar- evli değiller ve hayatlarında kimse yok (birisi sonradan bekar olsa da). Yalnızca genç bir erkeğin olgun bir bayana cinsel amaçlı yaklaşması söz konusu. Ancak başlangıçta cinsel dürtülerle harekete geçen yakınlaşma (ki bu çok normal, bu çocuklar başka bir kadın olarak yalnızca diğer anneyi görüyor yakınlarda başka bir yaşayan yok, neredeyse toplumdan uzaklar) zamanla duyguların da işin içine girmesiyle bir "sevda"ya dönüşüyor. Kadının her yaşta aynı kadın olduğunu buradan anlıyoruz!

Filmin yönetmeni "Coco Before Chanel" filminin başarılı yönetmeni Anne Fontaine ve oyuncuları "The Princess Bride", "Forrest Gump", "Beyaz Zakkum" ve "Ejderha Dövmeli Kız" da oynayan Robin Wright ve "Tehlikeli Güzellik", "Halka", "21 Gram" ve "Diana" filminin Leydi Diana'sı Naomi Watts. Tom ile Ian'ı henüz tanımıyorum :).

Film hakkında pek çok şey söylendi ama en maktıklı yorum bunun bir Oedipus vakası olması (tam bir Oedipus, anne gibi yanında olan ancak annen olmayan bir kadınla sevişmek): “Yasak Aşk”ı, tersten okunan bir ‘oedipus vakası’ olarak görmek de mümkün. Gözlerinin önünde büyüyüp olgunlaşan ve birer ‘harika’ya dönüşen oğullarına karşı kaçınılmaz biçimde ‘hayranlık’ duyan annelerin, kocalarını bertaraf ederek (içlerinden birinin kocası ölmüştür) oğullarına kucak açmaları temeline dayanan bir yapı söz konusu hikâyede. Birer ‘tanrı heykeli’ gibi önlerinde büyüyen oğullara karşı tepkisiz kalamıyor buradaki anneler ve bu durumu bir adım öteye taşımakta sakınca görmüyorlar. Dörtlünün önceleri ‘temkinli’ olduklarını, daha sonraysa yaşadıkları ‘olağanüstü’ bir şey değilmiş gibi rahatladıklarını da belirtmek gerek, ki en doğrusu da bu sanki!

18 Şubat 2014 Salı

Only Lovers Left Alive - 2013

Filmin tanıtımında "aşkları yüzyıllar süren bir vampir çift"ten bahsedilince fantastik bir hikaye olduğu için tercihimi bu filmden yana kullandım. Fantastik hikaye olduğu doğru ancak büyük beklentilerle gitmemek gerekli zira alışılmışın biraz dışında. Açıkçası ben biraz sıkıldım sanırım bazı bölümleri dikkatim dağıldığı için anlamadım. Film yüzyıllardır yaşayan Adam (Tom Hiddleston) ile Eve (Tilda Swinton)'in aşkları üzerine kurgulanan bir "modern zamana uyum sağlayamama" konusunu işlemektedir (Adam Detroit'de Eve Tanca'da yaşamaktadır). Çok uzun zamandır dünyada oldukları için hayata, tarihe ve bilime karşı oldukça çok şey bilen entellektüel çiftimiz Adam ve Eve bir yandan popüler kültürü eleştirirken bir yandan da depresif şekilde hayatlarına devam ediyorlar. Özellikle Adam, insan ırkını küçümseyerek (insanlardan Zombiler olarak söz ediliyor) dünyanın son halinden çok rahatsız olduğunu her fırsatta vurguluyor. İnsanlık o kadar bozulmuştur ki, beslenecek "temiz kan" bile bulunamamaktadır. Bu melankolik vampirlerin umutla bağlı oldukları tek şey aşklarıdır ve filmde ölümsüzlük kavramı "aşk" ile eşdeğerde olarak vurgulanmaktadır: "Temel motivasyonu ‘aşk’ olan, ama bunu ‘ölümsüzlük’le daha da anlamlı kılan bir çizgiye sahip film ve bu çizgide yürürken sergilediği tutarlılık da gözden kaçacak gibi değil." Vampirlerimizin adının "Adem & Havva" olması da ilginç!

Adam'ın aynı zamanda müzisyen olması filmde sık sık müzik çalınmasına görsel olarak harika enstrümanların sunulmasına zemin hazırlamış. Filmde pek çok yerde sevilen müziklerin, enstrümanların, ünlü yazarların kitaplarının vurgusu yapılıyor (Wanda Jackson'dan Funnel of Love, Charlie Feathers'den Can't Hardly Stand it, Yasmine Hamdan'dan Hal ... vb.). Yakışıklı ve hüzünlü vampirimiz Adam'ın Schubert'e verdiği beste, Darwin'a ve Einstein'e atıf yapan konuşması veya Tesla gibi kablo takıntısı filme biraz entellektüel katkı da yapmış. Ancak kitap meraklısı Eve'in Elif Şafak okuması da dikkatimizden kaçmadı. WTF?

Baş rollerinde Tom Hiddleston (Thor filminin yakışıklı oyuncusu) ve Tilda Swinton'ın bulunduğu filmin yönetmenliği ve senaryosu Amerikan bağımsız sineması yönetmenlerinden Jim Jarmusch'a ait (Jim, Ölü Adam filminin de yönetmeni). Filmin oyuncu kadrosunda Mia Wasikowska, John Hurt ve Anton Yelchin gibi isimler de yer alıyor. Son olarak diyebileceğim, izlerken sıkıldım, ancak filmin bir "soundtrack" albümünü almaya değer.

“Hala petrol savaşı mı yapıyorlar? Su savaşları da yakında başlar” (Öngörüye bak sen!)


http://www.baskasinema.com/filmler/only-lovers-left-alive

13 Şubat 2014 Perşembe

Daire (Circle) - 2014

"Bazen insan en aptalca ve saçma görünen şeyi yapar. Herşeyin üzerine geldiğini ve bunu umursamadığını göstermek ister. Hayatla inatlaşmanın keyfi gizlidir bu kararlarda." Diyorsun, huh?

Filmin yönetmeni Atıl İnaç hakkında iyi bir izlenimim yok maalesef. Bana hep iki arada bir derede kalmış, ne yapacağına henüz karar verememiş biri gibi gelir. Bu nedenle, filme gitmeye çok gönüllü olmasam da, Beyoğlu Sinemasında gidebileceğimiz saate en uygun film olması dolayısıyla filmi izledik. Filmde eski bir felsefe hocasının (adı çok ilginç, Feramus) babasının ölümü üzerine doğduğu kasabaya geri dönerek burada hayatta kalma mücadelesi veren Betül (iki çocuğu olan olgun bir kadın) ile başlayan dostluğu anlatılıyor. Eşinden ayrılmış olan ve oğluyla -sanırım anlaşamadığı için- görüşmeyen Feramus; kızının hastalığı ve çalıştığı belediye tiyatrosunun kapatılarak düğün salonuna çevrilmesi nedeniyle zor günler geçiren Betül'de kendi acılarını ve yalnızlığını bulur. Bu yalnız ve kırılgan kadına yardımcı olmak ister ancak kendisinin de işleri pek yolunda gitmez. Baştan sona melankoli kokan film dağlarla çevrili ve uçuşa kapalı bir havaalanının sonsuzluğa uzanan manzarasıyla yalnızlıkla pekiştirilmiş. Biliyorum, sanat filmlerinde bazı olayların sebebi sorulmaz, nedenini merak etmeden filme girmek veya boşlukları kendi yorumlarımızla doldurmak gerekir. Ama yapmadan edemeyeceğim, neden? Feramus'un filmin sonunda yaptığı seçimin sebebini merak ediyorum, neden? Hiçbir gerekçe yoktu, ya da ben göremedim.

Uzun lafın kısası, filmi çok sevdiğim söylenemez. Ancak bazı noktalarına değinmek istiyorum; baba-oğulun Feramus'un hayal dünyasında yaptığı tartışma ve Feramus'un rüyasında babasıyla olan konuşmasını ilginç buldum. Ayrıca Betül ile yaptığı gece sohbetleri de ilginç yorumlar içeriyordu. Yine de filmden ne öğrendim, bir "hiçlik" sadece. Belki de, pes etmemeyi öğrendim ya da insanlara güvenmemeyi, ki ben bunları zaten biliyordum.

"You have no other choice then making a choice!" 

11 Şubat 2014 Salı

Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis) - 2013

"Coen Kardeşlerin bizi zaman makinesine atıp 60'lara götürdüğü karanlık mı karanlık "Inside Llewyn Davis"ini çok farklı şekillerde tanımlamak mümkün. dönemin müzik camiasına atılmış "eğri" bir bakış mı dersiniz, yoksa popüler kültür tarihinin çok da uzak olmayan spesifik bir zaman-mekanına hürmette kusur etmeyen bir yolculuk mu?" Siz bunu bir düşünün :)

IKSV'nin FilmEkimi kapsamında gösterimini yaptığı Coen Kardeşlerin "Sen Şarkılarını Söyle" (Inside Llewyn Davis) filmine gittik Beyoğlu Sinemasında (Bir süre daha vizyonda kalacak ilgilenenler varsa aranızda). Daha önce Coen Kardeşlerin (Ethan Coen & Joel Coen) filmlerinden "Oo Brother Where Art Thou?"  filmini izlemiştim, çok beğenmediğimi anımsıyorum ancak bu filmi gerçekten beğendim. Film 1960'ların başında New York'da müzik piyasasında hayatta kalmaya çalışan zavallı müzisyen Llewyn Davis'i (Oscar Isaac) anlatıyor. Duyduğum kadarıyla, film ünlü folk sanatçısı Dave Van Ronk'un hayatından ilham alınarak çekilmiş. Tahmin edebileceğiniz üzere, müziği aşkla seven ve camdan kırılgan umutları olan sanatçılar hayatta bazen başarılı olamazlar. Her işi ters giden Llewyn Davis (bunda biraz da kendi payı var) hem New York'un acımasızlığının, hem parasızlığın hem de kış soğuğunun insafına kalmıştır. Zaman zaman hayattan çok yorulduğunu hissetse de, çalmayı çok sevdiği folk müzik onu hep bir yerinden yakalar. Llewyn'in hayatının yalnızca bir kısmını sunan film pek çok soruya yanıt vermiyor aslında, sonra ne oldu? Umutları kırılmaya ancak yine de bulduğu her ince dala sarılmaya devam etti mi? Amerikan sinamasının rahatlatıcı sonu hedeflediği alışagelmiş stratejisinden farklı bir film karşımızda olacak. Dram da olsa, Oscar Isaac'ın insanda sempati duygusu uyandıran yüzü ve masum sakinliği filmi benim için biraz daha komik ve biraz daha izlenebilir kıldı. Bazı sahnelerdeki kararsızlıkları (Akron'a gidip gitmemek, o turuncu kediyi arabada bırakıp bırakmamak, denizci olup olmamak) bana kendimi anlattığı için sempati duymuşumdur belki de.
 
ABD-Fransa ortak yapımı film Gotham Bağımsız Film Ödüllerinde "En İyi Film Ödülü"nü almış ve oyuncuları Oscar Isaac, Carey Mulligan, Justin Timberlake ve John Goodman. Film hakkında yapılan eleştirilerden birisi: "Coenler’in ‘A Serious Man’ ve ‘O Brother, Where Art Thou?’ gibi filmlerini hatırlatan ‘Inside Llewyn Davis’, 60’ların Amerikan folk sahnesine iki dâhi yönetmenin uçsuz bucaksız hayalgücünün süzgecinden bakıyor. Time Out London’dan Dave Calhoun’a sorarsanız, film Bob Dylan’ın şansı yaver gitmese nasıl birine dönüşeceğini anlatan bir ‘alternatif müzik tarihi’ tasavvur ediyor." (Oldukça açıklayıcı).
 
Gelelim folk müziğe... Benim tam olarak karakterine oturmamış bir müzik zevkim var (demek istediğim pek çok müzik türünden sevdiğim bir şey bulurum). Ama halk müziği ve rock müziği birleştiren folk müziğin yeri bende ayrıdır. Elbette bir Bob Dylan, Cat Stevens veya Leonard Cohen hayranı değilim ancak kendine özgü ilhamıyla folk müziğinin kalbe dokunan bir yeri olduğunu söyleyebilirim. Tabi, folk müzik demişken üniversitedeyken bol bol dinlediğim Blackmore's Night'dan bahsetmezsem olmaz. Tabiri caizse "gifted" bir insan olan Candice Night'in vokalliğini yaptığı İngiliz/Amerikan geleneksel folk müziği yapan Blackmore's Night dinlemeyi bir deneyin derim!

Filmde Llewyn Davis'in kafa karışıklıkları, kararsızlıkları ve seçimleri üzerinde uzun uzun konuşulabilir (aynı şekilde sinema teknikleri üzerine). Ama şunu fark ettim, bir erkekten hoşlanma tamamen onun davranışlarına bağlıymış, zira Agora'da Hypatia için gözyaşı döken Orestes'ten (Ah sen ağlama ben ağlarım ikimizin yerine) çok hoşlanan ben, bu baş belası Llewyn Davis'e sempatiden başka bir şey hissetmedim :).
 

5 Şubat 2014 Çarşamba

Kaybedenler Kulübü - 2011

Evet, kendinizin farkında olmanız güzel, zira siz tam bir "loser"sınız (kaybeden). Böyle serkeş böyle bohem hayat mı olur Alla'sen ? (Allah'ını seversenin ziplenmiş hali bu). İnsan bu hayattan yorulur, kendinden tiksinir her şeyden önce arkadaş! Film birbirleriyle konuşur gibi tamamen doğaçlama olarak radyo programı yapan iki arkadaşı - Mert (Yiğit Özşener) ile Kaan (Nejat İşler) - konu alıyor. Duyduğum kadarıyla böyle bir ikili gerçekten 1990'lı yılların ortasında bir radyo programı yapmış (ben daha çocuktum o yıllarda). Gerçekte yapılmış olan program filmdeki gibi miydi yoksa biraz abartıldı mı merak içindeyim. Ama umarım film komedi-dram türünü tam verebilmek için biraz abartılmıştır zira bir kadın olarak bu kadar aşağılanmayı rahatsız edici bulurdum. Her neyse, bu Mert ve Kaan Kaybedenler Kulübü adını verdikleri programda kadınlardan, edebiyattan, geçmiş tecrübelerinden vb. söz ederek birkaç saat eğlenceli vakit geçirmeye çalışıyorlar ve başlarda pek bilinmeyen bu program zamanla oldukça popüler oluyor. Film ayrıca karakterlerin özel hayatlarına da değiniyor: O kadar yalnızlar ki bu yalnızlıklarını gidermek için sürekli başka kadınlarla beraber oluyorlar. Belki de henüz hiç kimseye "She is the one!" diyememişlerdir? Peki, Kaan çok hoşlandığı ve beraber zaman geçirmek istediği biri (Zeynep - Ahu Türkpençe) ile karşılaştı da ne oldu? Bohemlikten vazgeçebildi mi?

Filmin bazı bölümlerini sevdim, mesela, bir karakterin terk edildikten sonra değişmesi. Evet, bu doğru bir gözlem, bu gibi durumlar insan hayatında değişiklik yaratır. Ayrıca geri planda (fonda) hep yığınla kitapların olması benim çok hoşuma gitti. Karakterlerin sık sık klasik edebiyat eserlerinden alıntılar yapması, bazılarından kitap adı - yazar şeklinde bahsetmesini de sevdim. Bununla beraber, film hakkında yapılan şu yoruma da katılıyorum: "Kaybedenler Kulübü, olumlu eleştirilerin yanı sıra açtığı hikâyeleri sonlandırmamak, dönemin politik atmosferini göz ardı etmek, zaman algısına sahip olmamak gibi eksiklikler bulunduğu yönünde eleştiriler de aldı."

Benim olumsuz bir eleştirim olarak, özgün ve eğlenceli bir film olduğunu kabul etmekle beraber  melankolinin abartılarak sürekli önüme getirilmesi ve karakterlerin "hiçbir şeyi takmıyorum" havalarının sık sık gözüme sokulması (oldukça bencilce olduğunu bir kere kabul etsinler) tabiri caizse biraz "ergence"ydi. Sonuçta biz belirli bir zeka seviyesine sahip insanlar olarak, bu melankoliden sürekli şikayet etmek yerine, daha yapıcı bir çözüm bulabiliriz diye düşünüyorum.  Ek olarak, film hakkında Uğur Vardan'ın eleştirisine de katılıyorum: "Kafayı sekse takmış görünmeleri ve radyoyu arayan her kadın dinleyiciye, 'Sizinle yatmış mıydık?' repliğini sunmaları, sık sık 'pompa' mevzuuna girmeleri, belli bir noktadan sonra söylemlerini 'ergen esprileri'nin ötesine götürmüyor."

Farklı bir film, eğlenceli olduğunu da düşünürsek, boş vaktiniz varsa izlemenizi tavsiye ederim. Ben filmde dikkatimi çeken ve duyar duymaz gönülden katıldığımı hissettiğim bir repliği sizinle paylaşayım:

"Kaan: Rutin olan her şey sıkıcıdır.
Zeynep: Evet ama rutin olmazsa hayatında kalıcı bir şey olmaz?" (Aynen öyle!)

3 Şubat 2014 Pazartesi

Limit Yok (Limitless) - 2011

Filmin özgün sloganı "Everything is possible when you open your mind" bize daha evrensel bir mesaj veriyor. Ancak biz (her zamanki gibi) tercüme ederken bir şeyleri kaybetmeyi sevdiğimiz için "Tek bir hapla her şey mümkün" sloganıyla yetiniyoruz ve ufkumuzu daha en başından daraltıyoruz. Film "The Dark Fields" kitabından senaryolaştırılarak çekilmiş ve duyduğum kadarıyla devamı da varmış (henüz film olarak çekilmedi sanırım devamı, ya da benim bilgim yok). Filmde insan beyninin çalışma kapasitesini arttırarak maksimuma çıkaran bir hap (nzt adında) ve bu hapın sizin hayatınıza ne kadar aksiyon getireceği anlatılmaktadır diyebiliriz. Başarısız bir yazar Eddie Morra depresyonda (he is really down) olduğu için haftalardır başlayamadığı kitabıyla ve mutsuz hayatıyla baş başadır. Bir gün eski eşinin erkek kardeşiyle bir şekilde karşılaşır ve onun kendisine hediye ettiği bir hap (nzt) sayesinde nasıl bir beyin çalışma kapasitesine ulaştığını görür. Hapın kendisine kazandırdıklarını tekrar elde etmek için peşine düşer ve kendisini hapın peşindeki tehlikeli insanlarla kanlı bir savaşın içinde bulur. Ancak bu kadar etkili bir hapın yan etkilerinin bulunmamasından da söz edilemez sanırım, değil mi? Vücudumuzu elektronik bir alet gibi düşünürsek, beynin kapasite üstü çalışması başka bir şeye zarar vermeli mantıken.

Filmde eleştirdiğim bazı noktalar olsa da, genel olarak heyecanlı buldum. Dikkatimi çeken birkaç sahneden de bahsetmek isterim. Eddie'nin tam intihar etmeyi düşündüğü anda fark ettiği: Hayatta kalma arzusu bizim vazgeçmemizin en zor olduğu güdümüzdür! Belki de yaşam mottosu yapabileceğimiz bir yorumu: Bir şeyi başarman için 'mümkün' olması yeterlidir! Bir de Eddie'nin size sürekli soru sorması: "Siz olsanız ne yapardınız?"

Filmin yönetmeni muhteşem İllüzyonist (2006) filminden de tanıdığımız Neil Norman Burger (Benim izlemediğim diğer filmleri: Divergent, The Lucky Ones, Interview with the Assassin). Ancak bu film İllüzyonist performansından sonra pek sönük kalmış ya da belki de bu filmi film yapan Edward Norton'un performansıydı, kim bilir?

Hıncal Uluç'un bir zamanlar film hakkında yaptığı eleştiriyi buradan okuyabilirsiniz, ancak spoiler içermektedir, bilginize (Hıncal yine bir işi yüzüne görüne bulaştırmış, şaşırmadım)
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2011/03/25/kacan_firsat