23 Aralık 2013 Pazartesi

Düğün Dernek - 2013

Ahmet Kural ile Murat Cemcir ikilisinin dizisi "İşler Güçler"i izlemesem de hakkında pek çok olumlu yorum duymuştum. Bu film için de aynı şekilde duyumlar alınca, bir arkadaşımla cumartesi akşamı izlemeye karar verdik (Asosyal değiliz, cumartesi akşamı sinema yerine başka plan da yapabilirdik :)). Söylenildiği kadar var gerçekten, filmi izlerken çok eğlendik. Hikaye Sivas'ın Esenyurt köyünde yaşayan İsmail'in (Rasim Öztekin) yurt dışında çalışan oğlunun ailesine bayram ziyaretine gelmesiyle başlıyor. Yabancı bir kız arkadaşı olan Tarık (oğul) bazı sebeplerden dolayı bir an önce evlenmek istemektedir. Babası da munis bir köylü olarak oğlunun düğününü kendi elleriyle yapmak ister. Hem maddi olarak zor durumda olması hem de işlemlerin bir hafta gibi bir sürede tamamlanması gerekliliğinden dolayı, İsmail bütün arkadaşlarını (Tüpçü Fikret, köy öğretmeni Saffet, Çetin) seferber eder. Tabi bu düğünü gerçekleştirmek için bazı badireler atlatmak zorunda kalırlar. Bize de yalnızca bu köylülerin hayatlarını gözlemlemek kalır.
 
Filmin yönetmeni Selçuk Aydemir, ki bildiğim kadarıyla kendisi "İşler Güçler"in de senaristi ve yönetmeni. Ancak ben Selçuk Aydemir'in yaptıklarından çok, "Leyla ile Mecnun"un yazarının kuzeni olması ile ilgilendim :). Haftanın yorgunluğuna iyi geldi, filmi izlerken eğlendik. Eğlenceli bir arayış içinde olanlara tavsiye ederim. İyi seyirler!

18 Aralık 2013 Çarşamba

Pedro Almodóvar

Pedro Almodovar Caballero'yu (1949) sadece İspanyol sinemasına mal etmek doğru olmaz kanaatindeyim. Zira kendisinin sinema dünyasına katkıları büyük. Bildiğiniz üzere, Almodovar, başarılı ve uluslararası üne sahip bir film yapımcısı ve yönetmen (Harvard Üniversitesinden sanata katkılarından dolayı 2009 yılında onursal bir doktora aldığını duyduk). Renk patlaması yaşatan filmleri (afişlerinden de tespit edebileceğiniz üzere kırmızı boğa rengi), komplex film kurguları, ilginç karakterleri konu alması ve ulusaldan uluslararasına seslenmesi onu tanıtan birkaç kelime olabilir. En çok kullandığı temalar tutku, öfke, aile ve kimlik arayışları sanırım (Bkz. Annem Hakkında Her Şey). Diğer bir tespitim de şu Penelope Cruz denen kadına duyduğu fena hayranlık (yoksa neden her filminde bu hanımı istesin ki?). Penelope kötü bir oyuncu olduğundan değil, yanlış anlaşılmasın. Just curiosity!. Duyduğuma göre, kardeşiyle beraber kurduğu film prodüksiyon şirketi (El Deseo) son filmde yine Penelope Cruz ile eski yakışıklılardan Antonio Banderas'ı bir araya getirmiş. Filmi henüz izlemeye fırsatım olmadı ancak yakın zamanda olur diye umut ediyorum. Bu kez nasıl karakterler yarattı acaba? (Filmin Türkçe versiyonunu henüz bulamadım, İngilizce adı "I'm so excited", niye yok anlayabilmiş değilim).
 
Almodovar'ın pek çok eseri var, ancak duymuş olabileceğinizi düşündüğüm filmleri:
 
- İçinde Yaşadığım Deri (La piel que habito) - 2011
- Kırık Kucaklaşmalar (Los abrazos rotos) - 2009
- Dönüş (Volver) - 2006
- Kötü Eğitim (La mala educacion) - 2004
- Konuş Onunla (Hable con ella) - 2002
- Annem Hakkında Her Şey (Todo sobre mi madre) - 1999
- Çıplak Ten (Carne Tremula) - 1997
- Sırrımın Çiçeği (La flor de mi secreto) - 1995
- Yüksek Topuklar (Tacones Lejanos) - 1991

17 Aralık 2013 Salı

All About My Mother - 1999

Pedro Almodovar is the most famous Spanish director who particularly mentions about the stories of endpoint, extraordinary plots and incendiary characters (I will give information about him later). He exists on the line which is located out of the traditional culture and this makes his films unique. No doubt, the most fantastic movie of Almodovar is "All About My Mother". Who is in this movie? Manuela (a nurse and a perfect mother) builds up an existence and a regular life for herself and for her son (but his son would die because of a car accident soon). This car accident is the most indigestible stage of the movie since it is started by the statements of Esteban (son) and it makes us to think that it will continue with Esteban's statements until the end. the first surprise is his death and it makes the film as in the real life. After his son's death, Manuela decides to go to Bercelona (really a colourful city) and establishes a new life with a sister who is pregnant, a prostitute and two problematic actresses. I really like this film because Almodovar chooses to tell us the realities and other face of the real life that we always ignore in his frame. If we look from the emotional hand, we can observe a deeply dramatic story. On the other hand, the extraordinary characters and their lives that shoch people remind the viewer how plain they perceive the life.
 
Yes, it is tha women dominant movie which is very rare in the screen (What does Hollywood say? Please, love stories are the best!!!). The viewer might get astonished how Almodovar depicts the hard topics of cinema world like "being a mother", "being a woman" and "being unable to a woman" out of different characters. The common point of these women is being a prisoner of their passion even they have different lives and aspects. No matter what their direction is, they can not escape from their past, relationships and addictions. Probably, by the reason of Almodovar is homosexual himself, he express the perspective of women, subculture and atmosphere of backstreets that we always ignore. In my opinion, Almodovar wants to say "human exists with their characters and these characters are shaped by families, education, tradition and habits and these characters direct the life of human!".

10 Aralık 2013 Salı

Danton - 1983

İstanbul Barosu Avrupa Birliği Hukuku Komisyonunun hukuk konulu film gösterimi çerçevesinde bu kez Andrzej Wajda'nın "Danton" filmini izledik. Georges Jacques Danton'un adını Fransız İhtilali'nin önemli kişiliklerinden birisi olduğu için bir şekilde  duymuştuk (1759 - 1794). Aynı zamanda avukat olması, Jakobenler Kulübünde yer alan tarihi bir kişilik olması, taraf değiştirdikten sonra yargılanırken kullandığı hatiplik yeteneği ve mahkeme heyetine sunduğu iddialı savunması sebebiyle bu filmin hukuk konulu filmler kapsamında gösterilmesine karar verildi. Filmde sürekli bir politik tartışma yaşanması dolayısıyla filme çok konsantre olduğumu söyleyemem ancak Robespierre'nin önderliğinde Halk Koruma Komitesi tarafından ülkede kaotik bir durumun yaşatıldığı (infazlar, sefalet) diğer bir deyişle terör estirildiğini fark etmemek elde değil. Danton'un arkasına halk desteği alarak Robespierre ile çatışmaya girmesi kendi sonunu hazırlayacak ve bu sözünü tarihe geçirecektir: "Devrim tanrı Satürn gibidir: Kendi çocuklarını yer!".

Filmde Danton rolünü ünlü Fransız oyuncu Gerard Depardieu, Robespierre rolünü ise Wojciech Pszoniak oynuyor ve tamamen zıt kişilikteki bu tarihi karakterleri gerçekten başarıyla canlandırmışlar. Yönetmenliğini Andrzej Wajda'nın yaptığı Fransız-Polonya ortak yapımı olan film hem çok uzun (136 dakika) hem de pek çok ülkeden ödül almış (izlemeden önce değerlendirmeye alınması gerekenler). Film hakkında komisyon başkanımızın yorumunu da sizinle paylaşmak isterim:

".. Adı giyotinciye çıkmış ve Robespierre tarafından "Sen hukukçu değil celatsın!"diye nitelenen savcı Fouquier Tinville, Danton ve arkadaşlarını giyotine gönderir. Kısa bir süre sonra, Robespierre ve kendisi de Danto'nu izleyecekler ve giyotine gideceklerdir. İncilde söylendiği gibi "kılıçla yaşayan kılıçla can verir.".."

http://www.istanbulbarosu.org.tr/detail.asp?CatID=1&SubCatID=1&ID=8700 

27 Kasım 2013 Çarşamba

Agora - 2009

İskenderiyeli Hypatia'yı ilk olarak üniversite sınavlarına hazırlanırken Felsefe öğretmenimizden duymuştum. MS 370 yılında doğduğu tahmin edilen Hypatia, dönemin ünlü matematikçisi Theon'un kızı ve tarihin ilk kadın filozofu (ayırca astronomi ve matematikle alakadar olduğu da bilinir). Hristiyanlık henüz İskenderiye'de çok yayılmamışken genç akademi öğrencilerine felsefe dersi veren Hypatia, Hristiyanlığın yayılmasıyla dikkat çekmeye başlar (Hypatia ve şehrin bir kısmı Pagan inancına sahiptir ve şehirde azımsanmayacak kadar Yahudi inancına sahip insan da yaşamaktadır). Eski öğrencileri arasında pek çok kişi yıllar içinde önemli mevkilere gelirler (Pek çoğu Hristiyan olur). Öyle ki, şehrin valisi Orestes de Hypatia'nın eski bir öğrencisidir ve aynı zamanda kendisine duygusal bir yakınlık da hissetmektedir. Hristiyanların dinlerini yaygınlaştırmak uğruna barbarlaştığı şehirde, Hristiyan bir valinin sık sık Hypatia ile görüşmesi ve önemli kararları kendisinin fikrini sorarak alması Piskopos Cyril'in hoşuna gitmez. İncil'den alıntılar da yaparak -kadınlarla ilgili- halkı kışkırtır ve Hypatia'nın dinsiz bir şeytan olduğunu ilan eder. Orestes'in elinden geleni yapmasına rağmen bağnaz bir Hristiyan topluluğu tarafından kilisede taşlanarak öldürülür (Filmde burası biraz farklı sonlandırılmış). Yıllar önce okuduğum bir kaynakta deniz kabuklarıyla vücuduna derin yaralar açılmak suretiyle öldürüldüğünü okuduğumu anımsıyorum. Belki de bu bölüm görsel olarak çekilemeyeceği için film de taşlanarak öldürülme sahnesi konulmuş olabilir. Ancak bilinçaltı mesajları ilginç: Hristiyanların özellikle son sahnede siyah giymesi, Hypatia'nın meleği andıran beyaz elbisesi veya bağnaz Hristiyanların sakallı ve tabiri caizse çirkin adamlar olması ve Hypatia'nın çok güzel bir kadın olarak tasvir edilmesi gibi. (Eğer Hypatia anlatıldığı gibi güzel bir kadınsa, Rachel Weisz gerçekten doğru seçim!) Çok müthiş bir film olmamasına rağmen, Hypatia'nın hayatını merak eden biri olarak, bu filmi severek izledim. Kendimizden olmayanı yok etmek üzerine güzel bir film, tavsiye ederim.
 
Filmin yönetmeni  "İçimdeki Deniz" ve Nicole Kidman'ın rol aldığı "The Others" ("Diğerleri") filmlerinden tanıdığımız İspanyol asıllı yönetmen Alejandro Amenabar. Ayrıca tüm dünyada aynı isimle vizyona giren Tom Cruise'nin oynadığı "Vanilla Sky" (2001) filmi Alejandro'nun 1997 yılında yazıp yönettiği "Aç Gözlerini" filminin yeniden çekilmiş versiyonudur.
 
Orestes: Hypatia, anlamıyor musun? Sensizliğe dayanamam. Sensiz Cyril'i alt edemem!
 
Hypatia: Ah Orestes, Cyril çoktan kazandı.

14 Kasım 2013 Perşembe

The Princess and the Warrior - 2000

Tom Tykwer contributes the cinema again by his next movie which is "The Princess and the Warrior". It is a drama with Franka Potente (again - a nurse called Sissi) and Benno Fürmann who acts very charming but mad soldier in the movie ("Bodo"). It beings with a letter from an old friend to Sissi and the letter is asking for Sissi's help for inheritance after her mom's death. Sissi goes out with a patient to go to the bank but a truck hit her accidentally (it is becasue of Bodo).  When Bodo is escaping from men that follow him, he gets under the truck and sees her while she is not able to breath. He applies an emergency to rescue her life and leaves her in hospital. Sissi have stayed in hospital for long time by obsessing with her rescuer (don't be deceived her angelic face, she is also obsessed)  and tried her best to find her guy, Bodo (when she finds him, he refuses her). Walter, brother of Bodo, tells Sissi the story about Bodo's wife and the reasons of his rude/insane actions. Anyway, Sissi is ready to do anything insane for him (she also does). The last scene (Sisi and Bodo hold hands of each other and jump from the roof) is a wonderful scene of the movie by slow motion and surprising end. The audience waits for their death but they fall in a small pond and manage to escape from there. Well, it seems they will live together for long time.
 
The film has the belief of destiny and nothing would be coincidence, yet, it emphasizes on the decisions of people will change their future and destiny. We can see the great success of Franka Potente in each movie since she played very different characters.


- And I's afraid that nothing will be the same as it was before.

- No, you're afraid that everything will be the same as it was before.

13 Kasım 2013 Çarşamba

Tom Tykwer

Tom Tykwer Alman yönetmen ve senaryo yazarı. Müzik konusunda da maharetleri varmış, bazı filmlerinin müzikleri de kendisine aitmiş öğrendiğim kadarıyla. Aslında, kendisinin adını ilk olarak üniversitede öğrenciyken yaz okulunda Fransız bir exchange (değişim) öğrencisi sayesinde duydum. "Run Lola Run" filmini de ilk o zaman izlemiştim. Bu aralar yine aklıma geldi, bir yerde röportajıyla karşılaşınca, afiyettedir inşallah :). Tykwer, 1965 doğumlu, genç yaşta ünlü olmuş bir yönetmen. "Run Lola Run" filmi ABD'de 7 milyon dolar hasılat yakalamış ve Tykwer'i dünyaya tanıtmış (o aralar 33 yaşındaymış kendisi). Sonrasında memleketi Wuppertal'da çekmiş olduğu bir hemşire ve eski bir askerin aşk hikayesini anlatan "The Princess and the Warrior" filmini piyasaya tanıttı. Bir de "True" adında Natalie Portman ile çektiği kısa filmi mevcutmuş, henüz izleyemedim. Kendisini yakından takip edemesem de, bu aralar fırsat buldukça filmlerini izleyeceğim. Diğer eserlerinden bazıları:
 
- Because (Kısa film) - 1990
- Epilog (Kısa film) - 1992
- Deadly Maria (Die tödliche Maria) - 1993
- Run Lola Run - 1998
- The Princess and the Warrior - 2000
- Heaven - 2002
- Koku: Bir Katilin Hikayesi - 2006
- International - 2009
- Cloud Atlas - 2011

12 Kasım 2013 Salı

Koş Lola Koş (Run Lola Run) - 1998

Tom Tykwer'ın yazıp yönettiği "Run Lola Run" Avrupa sinemasında sevdiğim filmlerden birisi. Filmin başrolündeki Lola isimli kızıl güzel Franka Potente ve onun filmdeki erkek arkadaşı rolündeki oyuncu "im juli" filminden de tanıdığımız Moritz Bleibtreu. Duyduğuma göre, Franka bu filmin çekildiği sıralarda yönetmenimiz Tom Tykwer'in sevgilisiydi. O nedenle yönetmenimizin daha sonra bahsedeceğim "The Princess and the Warrior" filminde de baş rolde. Şimdi, Franka'nın yönetmenle yatan kız olması sebebiyle bu filmlerde baş rol almış olduğu düşünülmesin zira çok iyi bir oyuncu. Sadece iki filmdeki inanılmaz farklı iki karakteri oynamayı nasıl başarmış olduğuna bakmak gerek. Lola, bu filmde mafya için kuryelik yapan ve hayatta kalmak için acil paraya ihtiyacı olan sevgilisi Manni'ye yardım etmek için çabalamaktadır. Film aslında üç senaryodan oluşur: gün Lola için hepsinde aynı başlar ancak bazı küçük şeyleri değiştirerek veya daha farklı seçimler yaparak günün sonunu hepsinde farklı getirir. Tabi bu arada bu seçimlerimizin çevrede gördüğümüz insanların da hayatlarını değiştirdiğini göreceğiz. Film boyunca Lola'yı kızıl bir alev gibi şehrin sokaklarında koşarken görürüz (hırçın güzel). Araya biraz da animasyon katılmış, görsel olarak etkileyici olmuş bence. Eğlenceli bir film arıyorsanız izlemenizi tavsiye ederim.

Manni: Ya komada olsaydım ve doktor 1 günü kaldı deseydi?
Lola: Seni bir okyanusa atardım. Şok tedavisi...


30 Ekim 2013 Çarşamba

Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) - 2004

Uzun süredir aklımdaydı bu filmi izlemek ancak son zamanlarda evde uyumak dışında vakit geçirmediğim için bu yönde herhangi bir aksiyon alamadım. Neyse sonunda dün amacıma ulaştım :). Her şeyden önce, filmin adı çok ilginç. Filmin adı didaktik şiirleriyle ünlü 18. yy İngiliz şairi Alexander Pope'un bir şiirinden geliyor: "How happy is the blameless Vestal's lot! / The world forgetting, by the world forgot / Eternal sunshine of the spotless mind! / Each pray'r accepted, and each wish resign'd." Filmi izlediğini söyleyen herkese izlenimlerini sordum, genelde aldığım cevaplar: hiç beğenmedim, bana göre değil, ben filmi anlamadım. İlk argümanlara diyecek bir şeyim yok ama "filmi anlamadım" için bir çift sözüm var: Nesini anlamadın? Bak, ben sana anlatayım: Filmde ilginç ve dolu dolu bir aşk yaşayan (birbirinden farklı iki karakter) Clementine (Kate Winslet) ve Joel'in (Jim Carrey) zamanla yıpranan ilişkilerinden sonra Clementine'in hafızasından aşkını sildirmesiyle olaylar başlar. Clem'in bu yaptığını duyan Joel büyük bir hayal kırıklığı hisseder ve aynı doktora giderek kendi hafızasının da silinmesini ister. Clem'e ait tüm hediye, not, resim ve anı olabilecek her şeyi kendinden uzaklaştırır ve hafıza silme işlemine başlanır. Ancak bu işlem sırasında zihninde tüm anılarını yeniden yaşayan Joel, bu güzel anıların hatırlanmaya değer olduğuna karar verir ve işlemi sonlandırmak ister. Joel yarı uyur halinden normal hayata dönmeyi beceremeyince, Clem ile beraber zihninde köşe bucak kaçmaya başlarlar (You can run but cannot hide). Aslında anıların silinmesi pek onaylayacağım bir durum değil, ama insan yine de mümkün olabilseydi acaba dener miydim diye düşünmüyor değil.
 
Filmin yönetmeni "The Science of Sleep" filminin de yönetmenliğini yapan Michel Gondry ve senaryosu Charlie Kaufman ve Pierre Bismuth'a ait. Film en iyi senaryo, en iyi kurgu, en iyi erkek/kadın oyuncu ödüllerini piyasadan toplamış :).
 
- Gitme...
- Neden?
- Bilmiyorum, sadece gitme...

23 Ekim 2013 Çarşamba

Emir Kusturica - Емир Кустурица

Emir Kusturica işini çok beğendiğim yönetmenlerden birisi (İşi diye vurguladım ki kendisinden pek hazzetmem). Zira 1954 yılında Saraybosna'da Müslüman bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ancak kendilerinin aslında Sırp olduğunu ve Türklerin zulmünden canlarını kurtarmak için 250 yıl önce Müslüman olmak zorunda kaldıklarını belirten açıklamar yapmış. Şimdi insan düşünmez mi, peki Ortodoks Sırplar nasıl hayatta kaldı diye? Veya şimdi din değiştiren Sırp, Müslüman - Sırp değil de, "o artık bir Bosnalı" olarak tanımlanacak galiba (Ben demiyorum Kusturica mantığı diyor, -gelmişsin 60 yaşına- ya da ben öyle anladım). Her neyse, kendisi hayata bir rock grubunda müzik yaparak başlıyor (Yönetmen kimliğinin yanında senarist ve müzisyen kimliği de var). Yapmış olduğu müzikleri dinlediğimi pek söyleyemem, zira Balkan müziği denilinde Goran Bregoviç'ten daha iyisi yok benim için. Ama filmlerine diyecek yok doğrusu. En sevdiğim filmi, dün paylaşmış olduğun Yeraltı (Underground - 1995) ve tanınan diğer filmleri Arizona Rüyası (Arizona Dream - 1993) ve Çingeneler Zamanı (Time of the Gypsies - 1989). Bu üç filmin de müziklerinin Goran Bregoviç tarafından yapılması tesadüf herhalde :). Diğer filmleri hakkında henüz bir fikrim yok, umarım izlemeye vakit bulurum bir gün:
 
- Dolly Bell'i Hatırlıyor musun? / Do You Remember Dolly Bell?  (1981)
- Babam İş Gezisinde / When Father was Away on Business (1985)
- Kara Kedi Ak Kedi / Black Cat, White Cat (1998)
- Süper 8 Öyküleri / Super 8 Stories (2001)
- Hayat Bir Mucizedir / Life is a Miracle (2004)
- Bana Söz Ver / Promise me This (2007)
- Elveda / Laffaire Farewell (2009)

22 Ekim 2013 Salı

Underground (Yeraltı) - 1995

Underground is one of the masterpieces of the Balkan movies (and the World cinema of course). It is a black comedy and tells about Yugoslavia's history from the second world war until the Yugoslav Civil War. The director is Emir Kusturica who was the Bosnian originated man (now he is a Serbian filmmaker). Film begins with two friends, Balcky and Marko that are goind to their homes after whole night drinking at 1941. They have been followed by an orchestra by wind instruments and the orchestra is shown up frequently in the movie with Balkan music. It is the day of Blacky has joined the communist party but the next morning Nazis has invaded Belgrade. After Nazi occupation, the communist activists steal German weapons and resist for fascist occupiers in their own rights. Blacky frequently visits his mistress, Natalija (he has a wife and a son) who is an actress of city theatre and she is also adored by a Nazi officer, Franz. Someday, Blacky gets injured because of her and he has to hide at a cellar that is built as shelter for Nazi invasion to get recovered (it takes about twenty years). By the time, Marko becomes a powerful communist leader and claims that Blacky is killed by Nazis. Film continues with tragic events but in a surreal ending, all people around meet in a wedding (in an imaginary island).

Underground is classified as magical realism because it weaves together the reality and illusion. In my opinion the livings underground are Yugoslavia itself with the disturbia of the second world war. The theatre player Natalija is government potency or power by for other word, since she is seeking power and she is always at winner's side as the Yugoslavian society. Is this society hesitant? Or are they brainwashed? I prefer affirmative answer for the second question since government convinced the society to stand with the winner's side for its own interests as what Natalija does in the movie. The other woman figure, Vera (wife of Blacky) is a contrast because she represents the motherland of Yugoslavia that has a vague future. The original name of the film defines the film better: Bila Jednom Jedna Zemlja: once upon a time there was a country (that is called .... Yugoslavia maybe?). The best thing of the movie is soundtrack created by Goran Bregoviç (I love him, literally).

I guess I will never forget about Natalija's response to Marko's flattery love declarations : "You lie so beautifully!".

19 Ekim 2013 Cumartesi

L'america - 1994

Lamerica is the movie of an Italian director, Gianni Amelio that was released in 1994. It mentions Albania that was unaware of the rest of the world, living in poverty at the heart of the European Civilization. First, the communist regime was collapsed and borders has been open for visitors, by the time, two Italians entered into the country for so called enterprise. By the arrogance of being Italian, they thought they can handle anything by money and by prestige of their Italian passports but things took a worng turn. They had the same destiny with the old man, Spiro, who was planned for chairman for their fictitious factory.
 
So, ask me please, how does Lamerica relate to the movie? In the second world war, Italians migrated to America by ships to escape from fascist pressure and suffers of the war. Therefore, the escape of the young enterpreneur, Gino, (from Albania to Italy) was associated with this tragic past. Gino had lost his money, passport and self confidence and he had begun to understand the Albanians and their suffer (Italians who were arrogant to Albanians were migrating to America during the second world war for same reasons of Albanians ). For Italians, release was America and for others, it was Italy. It is a movie to make empathy and understand the real suffers of a nation.

The response of an Albanian police officer (when Gino asserts they will enliven the Albanian dead economy) was a good catchword: "...even if the Albanian economy is dead, in a civilised country, the dead is not left to the dogs in the streets."

11 Ekim 2013 Cuma

Sevgilisinden Yeni Ayrılanlar İçin 10 Film

 Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü tarafından hazırlanan "Ara" dergisinin ilk sayısında "Kendine Vakit Ayırmanın Tam Zamanı" bölümünde yer alan başlıktı bu. Filmler konusunda nerede ne bulursam okumaya başladığımı biliyorsunuz. O nedenle, bu bölüm de hemen dikkatimi çekti ve yazılan on filmi de tüm açıklamalarıyla okudum. Bu bölümü hazırlayan Begüm Keleş, aşk acısına, soğuk kış günlerinde battaniyenin altına girip romantik bir film izlemekten daha iyi bir ilaç yoktur diye yazmış. Yorum sizindir! Ama filmler ilgimi çekti, uygun zamanda tek tek izleyip bahsedeceğim. Filmleri kronolojik olarak değil, dergide sıralandığı şekilde yazayım bende:
 
- Tiffany'de Kahvaltı / Breakfast at Tiffany's (1961)
- İlk Aşk, İlk Dans / Dirty Dancing (1987)
- Özel Bir Kadın / Pretty Woman (1990)
- Annie Hall (1977)
- Unutamadığım Aşk / An Affair To Remember (1957)
- Not Defteri / The Notebook (2004)
- Bulunduğumuz Yol / The Way We Were (1973)
- Sil Baştan / Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004)
- Aşk ve Gurur / Pride & Prejudice (2005)
- Ah Nerede Vah Nerede (1975)
 
Daha fazla bilgi için: https://aradergisi.jux.com/ 

30 Eylül 2013 Pazartesi

Venedik Taciri (The Merchant of Venice) - 2004

İstanbul Barosu Avrupa Birliği Hukuk Komisyonunun yeni adli yıldaki ilk hukuk konulu filminde Venedik Taciri gösterildi. Şimdiye kadar hukuk konulu filmler gösteriminde hayal kırıklığına uğramadım. Gerçekten başarılı ve bir salon dolusu avukatın saatlerce tartışabileceği bir film seçiliyor :).  Bir anlamda genel kültür oluyor bana da. Bu film İngiliz oyun yazarı William Shakespeare tarafından yazılan bir tiyatro oyunu. Aslında komedi olmasına rağmen, hüzünlü sahneler içerdiği düşüncesindeyim zira bazı edebiyat eleştirmenleri bu eserin tragedyaya yaklaştığını belirtmekteler. Film Yahudi tefeci (eserin geçtiği dönemde bir hukuk devleti olan Venedik'te Yahudiler gayrimenkul sahibi olamamaktadır) Shylock'un kendisini daha önce kendisini aşağılayan tüccar Antonio'ya borç para vermesiyle (Antonio borcu arkadaşı Bassanio güzel Portia ile evlensin diye alır) başlar. Ancak daha önceki anlaşmalarından farklı olarak Shylock bu kez borcun vadesinde ödenmemesi halinde Antonio'nun vücudundan bir miktar et alacaktır (burada çizilen Yahudi karakter, insanların dinlerinden bağımsız olarak, her şeyden önce insan olduklarını vurgulamaktadır). Antonio gemileri batınca borcunu ödeyemez ve hiç kimse Yahudi'yi anlaşmadan vazgeçiremez. Filmin sonunda sürpriz bir şekilde ortaya çıkan genç ve zeki bir avukat herkesi şaşırtacaktır (neden avukata doktor denilmektedir?). Hayatta her şeyini kaybetmek ne demektir bu arada, izleyin görün.
 
Filmin yönetmeni Michael Radford (Kusursuz, Postacı ve 1984 filmlerinin yönetmeni) ve önemli oyuncuları Al Pacino (Shylock) ve Jeremy Irons (Antonio). Özellikle Al Pacino'nun oyunculuğuna diyecek yok! Yahudi lobisi tarafından pek sevilmeyen eser, dünyada da anti-semitizm yaptığı için çok eleştiriye hedef olmuş. Ancak eseri yazıldığı dönem itibariyle (16. yüzyıl) incelersek, dönemi gözlemleyen bir anlatıma sahip olduğunu, hatta, çizdiği Yahudi karakter ile -her ne kadar iyi bir adam olmasa da- Yahudilerin de her şeyden önce insan olduğu vurgusunu yaptığını görebiliriz. Filmi izleyen herkesin özellikle tek bir noktaya odaklanması bunu açıklar nitelikte:
 
Shylock: "Yahudinin gözleri yok mu? Yahudinin elleri, organları, duyuları, sevgileri, arzuları yok mu? Onun da karnı aynı yemekle doymuyor mu? Ya aynı silahlardan o acı duymuyor mu? .... Bir Hristiyan kadar aynı kışın soğuğu, aynı yazın sıcağı ona dokunmuyor mu? ... Bizi zehirlerseniz çıkmıyor mu canımız? Ya siz bize haksızlık ederseniz biz hıncımızı almaz mıyız? Bütün öteki şeylerde size benziyorsak bunda da elbet benzeriz ya...Sizin bana öğrettiğiniz alçaklıkları ben de size tatbik edeceğim."

23 Eylül 2013 Pazartesi

Ölümsüz Aşk (ByPass) - 2013

Profilo sinemasında bugünün programına en uygun film bu olduğu için bunu tercih ettik (aslında romantik komedi olduğu için özellikle tercih ettim bu filmi). Film Barselona'da kurulu bir düzeni ve iyi bir işi olan Xabi'nin bir gün Bilboa'da yaşayan eski arkadaşlarından aldığı ani bir telefon görüşmesiyle başlıyor. Eski arkadaşlarından Maria'nın ölmek üzere olduğunu haberini alan Xabi hemen Bilboa'ya gelir ve diğer arkadaşlarından (Lukas ve Jone) Maria'nın vakti zamanında kendisine aşık olduğunu öğrenir. Biraz da neşelendirmek için ona karşı hisleri olduğundan bahseder (ancak kendisinin Barselona'da hamile bir kız arkadaşı vardır). Bu beklenmedik haber Maria'nın üzerinde olumlu bir etki yapar ve iyileşme sürecine girer. Doktorların en fazla 2-3 ay daha yaşayacağına inandığı Maria'nın son anlarında kendisini mutlu edebilmek için Xabi geri adım atamaz ancak Barselona ve Bilboa arasında kalır ve yalanların ardı arkası kesilmez. Filmin yönetmenleri Paxto Telleria ve Aitor Mazo (kendilerini tanımıyorum, genel kültür olsun diye yazdım) ve oyuncuları Itziar Atienza, Sara Cozar ve Barbara Goenaga (aynı durum geçerli). İspanyol yapımı filmlerin karmaşık ilişkileri ve sırları beni hep şaşırtmıştır (Bkz. Annem Hakkında Her Şey / Barselona Barselona). Film pazartesi melankolime iyi geldi, büyük beklentiyle gitmemek gerekse de, gülümsedik, tavsiye ederim. İyi seyirler!
 
- Ona ne söylemeliyim? Ölüyor, hiç bir şey onu mutlu etmeyecek!
- Onu bilemezsin...

27 Ağustos 2013 Salı

Büyükler 2 (Grown Ups 2) - 2013

Geçen cuma iş çıkışı film seçerken fazla kafa yormayacağımızı düşündüğümüz bu filmi seçtik. Ben ilk filmi izlememiştim ancak ikincisini izleyince ilki hakkında da fikir sahibi oldum, bence gerek kalmadı :). Eğlenceli bir film, bazı sahnelerde gülümseyince haftanın yorgunluğuna iyi geldi. Filmde uzun süredir tanışıyor oldukları anlaşılan arkadaşların olgun yaşlardaki birkaç komik macerası anlatılıyor - tabi eşleriyle ve artık "teenage" olan çocuklarıyla-. Her ne kadar aralarında bir jenerasyon olsa da şu bizim "eski toprak" dediğimiz büyükler, "yeni yetme" dediğimiz liseli genlerden daha iyi olduklarını bir şekilde kanıtlamayı başarıyorlar (bu mesajlar evrensel, dikkatli olmamız lazım). Ama toplamda görüp göreceğiniz, hafta sonu yapılan mangallar, Amerikan ailelerinin gündelik aktiviteleri ve sizi güldüren biraz aptal erkekler. Ayrıca, filmde bir araba yıkama sahnesi var ki, mutlaka görmeniz lazım (böyle bir şeyi başka yerde göremezsiniz). Oyuncular, komedi filmlerinin vazgeçilmesi Adam Sandler ve ona eşlik eden Kevin James, Chris Rock ve eşi rolündeki Salma Hayek ve filmin yönetmeni "Problem Çocuk" ve "You Don't Mess with the Zohan" filmlerinden tanıdığımız Dennis Dugan. İyi seyirler demeden önce filmin 101 dakika olduğunu belirteyim de ona göre zaman ayırın gençler!

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Yaratık (Alien) - 1979

Film konusunda bazı eksiklerim olduğunu fark ettim. Aslında bu yeni bir şey değil, daha önce de bu konuda yazmak istiyordum. Başlangıç itibariyle "Alien" iyi bir fikir mi bilmiyorum ama bilim-kurgu seven biri olarak bu filmi izlememiş olmak bir eksiklikti bence :). Serinin ilk filmini dün gece izledim ve bu konuda yapılan yorumlara katılıyorum. Film çekildiği yıl itibariyle özgün bir konuya sahip ve çekimleri de çok başarılı yapılmış. Doğrusunu söylemek gerekirse, filme başlardak 1979 yılında çekilmiş olduğundan bahisle, beklentimi yüksek tutmamıştım. Beni şaşırttığını söylemem gerek. Filmde olaylar görevinden dönen ticari gemi Nostromo'nun dönüş sırasında yakınlardaki bir gezegenden aldığı yardım sinyalini (onlar ilk olarak yardım sinyali olduğunu düşünüyorlar) izleyerek o gezegene inmesiyle başlıyor. Yedi kişilik mürettebattan üçü (Kane, Lambert, Dallas) araştırma için gezegene iniyor ve garip görünüşlü yumurtaları buluyorlar. İnceleme sırasında yumurtaların birinden fırlayan bir yaratık inceleyen ekipten birinin (Kane) yüzüne yapışır. Diğer arkadaşları onu derhal gemiye götürürler ancak eğitim sırasında kendilerine öğretilen karantina kurallarından dolayı Ripley kendilerini gemiye almak istemez. Gemide bulunan bilim adamı Ash (sürprizlerle dolu) karantina kurallarını hiçe sayarak -bilim adına- onlara kapıyı açar ve Kane'in içinde gelişen yaratığın gemiye girmesini sağlar. Olaylar bu noktadan sonra biraz daha heyecan kazanır. İzlemeyen kalmamıştır kanaatince, yine de mutlaka izleyin tavsiyesinde bulunacağım.
 
Filmin yönetmeni Gladiator ve Prometheus filminden de tanıdığımız Ridley Scott ve oyuncuları Sigourney Weaver (Ripley), John Hurt (Kane), Tom Skerritt (Dallas) ve Lambert (Veronica Cartwright). Filmdeki yaratığın tasarımı İsviçrelli tasarımcı H.R. Gider'e ait (acaba tasarımının sürekli taklit edileceğini biliyor muydu?).  Oldukça dikkat çeken bu bilim-kurgunun dört devam filmi daha var ve duyduğuma göre beşincisi için çalışmalar var. Ayrıca filmin 1980 yılında En İyi Efekt dalında ödül aldığını da belirtmeliyim :).
 
Ripley: Did you ever ship out with Ash before?
Dallas: I went out five times with another sacience officer. They replaced him two days before we left Thedur with Ash. Hmm?
Ripley: I don't trust him.
Dallas: Well, I don't trust anybody.