28 Şubat 2015 Cumartesi

Birdman (Atmaca) - 2015

Birdman; Broadway'de tiyatro oyunları yöneten ve aynı zamanda oyunculuğunu yapan eski aktör Riggan Thomson'un hazinli hikayesidir diyebiliriz. Gençliğinde "Birdman" (Atmaca Adam) karakteriyle ünlenmiş ve herkes tarafından bu şekilde tanınan Riggan, yavaş yavaş silinen popülerliğini kazanabilmek için kendi ahlak kuralları çerçevesinde her şeyi yapmaya hazırdır. Büyük umutlar beslediği oyununun provaları sırasında oyunculardan birisi kaza geçirip yaralanınca, acilen oyuncu arayışına giren Riggan, oyunculardan birinin, Lesley'in tavsiyesiyle Mike Shiner (Edward Norton) ile anlaşır. Mike'ın sıra dışı taktikleri ve sanatı farklı yorumlayışını kendi algısına uydurmaya çalışan ve yeniliklerle sürekli çatışan Riggan, aynı zamanda asistanlığını yapan sorunlu bir ergen olan kızı Sam (Emma Watson), sevgilisi Laura (Andrea Riseborough), eski karısı Sylvia (Amy Ryan) ve acımasız tiyatro eleştirmenlerini de idare etmek zorundadır. İçinde olmayan birinin asla anlamayacağı "perde arkası sorunları"nın tüm açıklığıyla anlatıldığı bir film olması Birdman'i en iyi tanımlayan cümle olabilir. Broadway'da hayatın sahnenin önüne oturup izlediğimiz gibi basit olmadığının çarpıcı bir vurgusunun yanında, filmde modern dünyanın "sanata nasıl ilgi duyduğunun" güzel bir eleştirisi yapılmaktadır: Amerikan halkının sansasyonlara prim vermesi veya klasik anlayışta ısrar edenlerin sosyal medya ve teknolojiye yavaş yavaş yenilmesi tespit ettiğim örnekler arasında.

Ara sıra Riggan'ın iç dünyasına ve kişisel hesaplaşmalarına şahit oluyoruz; kendini kanıtlama çabasının arkasında ona ün kazandıran Birdman ile yaşadığı dialoglar görsel anlamda iyi sahneler ortaya çıkarıyor. Gerkle hayal iç içe geçse de, gerçeklerden kaçmanın en iyi yolu "hayal"dir diyerek, Riggan'a hak veriyor olmamız gerekir.

Filmde Riggan Thomson rolünde Michael Keaton'u görüyoruz. Kendisine yukarıda bahsettiğimiz gibi Naomi Watts, Edward Norton, Emma Stone, Andrea Riseborough, Zach Galifianakis ve Lindsay Duncan eşlik ediyor. Filmin yönetmenliğini "21 Gram" ve "Babil" filmleriyle tanıdığımız Alejandro Gonzales Inarritu yapıyor. Pek çok olumlu eleştiri alan film, 2014 yapımı filmler arasında en beğenilen filmlerden olmuş, pek çok dalda ödüle aday gösterilmiştir (en iyi senaryo ödülünü almıştır). Ayrıca 87. Akademi Ödüllerinde en iyi film kategorisi de dahil olmak üzere ğpek çok alanda aday gösterilmiş olup, en iyi film, yönetmen, özgün senaryo ve sinematografi ödüllerini kazanmıştır. Filmin bu kadar ödül kazanması hem dikkatleri hem de acımasız eleştirileri üzerine çekse de, daha kötü filmler de aynı ödülleri almıştı diyerek susmayı tercih ediyorum. Bu arada kara mizahın güzel bir temsilcisi olarak film izlenmeyi hak ediyor kanaatimce.

"Popülarite, prestijin kıçı kırık kuzenidir arkadaşım."

23 Şubat 2015 Pazartesi

Grinin Elli Tonu (Fifty Shades of Grey) - 2015

Bu aralar fantastik üçlemelerin yanında erotik fantezilerin anlatıldığı kitapların da oldukça revaçta olduğunu söyleyebiliriz. Daha önce bu serinin ilk kitabını (Grinin Elli Tonu - E.L. James) okumuştum ancak itiraf etmek gerekirse ben de hiç merak uyandırmadı ve devamı kitapları okumadım (bunu nadiren yaparım). Söylemek gerekirse, kitapta erotik sahneler filme göre daha fazlaydı ve bazı bölümler oldukça sıkıcıydı. Bu nedenle ben filmin kitaptan bir tık daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bununla beraber, yine gereğinden fazla uzun, size hemen hemen hiçbir şey kazandırmayan bir film olduğu gerçeğini de inkar edemeyiz. Medyada çok fazla yazılıp çizildiği için filmin & kitabın konusuna aşinayız: Genç yaşta zirveye ulaşmış olan ünlü bir şirketin CEO'su Christian Grey ve onunla okul gazetesi çin röportaj yapmaya gelen yeni mezun çekingen bir genç kız Anastasia Steele arasında yaşanan cinselliğe dayalı bir aşk (aşk denir mi ondan emin değilim). Daha henüz cinselliği tam olarak tanıyamamış olan Anastasia, karşısında tuhaf zevkleri olan (Sadist eğilimler) ve evinde gizli bir oyun odası bulunan (kırbaçlar, kelepçeler vb. oyuncaklar) Bay Grey ile anlaşabilecek midir acaba? Aslında her şey bulunla kalsa yine iyi, normal bir sevgili ilişkisi yaşamak isteyen Anastasia'nın rahatsız olduğu başka şeyler de vardır: Grey'in mütemadiyen kendisinden sakladığı sırlar.

Merak eden filmini de izleyebilir, kitabını da okuyabilir. Ancak ben karakterlerin oluşturulması açısından oldukça eleştirel bir bakış açısına sahibim. Öncelikle konu baştan aşağı bir kadının elinden çıkmış, bu çok açık. Zira aksi durumda bir kadının fantezilerinden ziyade gerçek bir karakter ve daha gerçekçi bir konu işlenirdi. Arkadaşlar, sadizm cinsel fantezi değildir, karşısındaki insana psikolojik ve fiziksel eziyet etmekten duyulan seksüel hazdır, patolojik bir bozukluktur, tinsel gaddarlıktır, tedavi edilmesi gerekilen bir davranış bozukluğudur, hatta bu durumdan hoşlanan (eziyet edilmekten) kişi de aynı tür bir davranış bozukluğuna sahip demektedir. Bunu neden söylüyorum, birincisi filmde yaşanan popoya şaplak, elini bağlama veya kırbaçla hafifçe cezalandırma bunların hiçbirisi fanteziden öteye giden bir şey olamaz, zira gerçek sadizmi o salondaki hiç kimse izleyemezdi (Hostel filmi size fikir verebilir). Sözün özü bu kitabın yazarı bir kadındır ve duygusal bakış açısı sebebiyle karakterleri yerine medyada anlatıldığı şekilde oturtamamıştır.

Söylemeliyim ki: Christian Grey dikkat çekmeye çalışan ve ergenlikten henüz çıkamamış bir genç adamdır ve Anastasia Steele de zengin & genç & yakışıklı iş adamından hoşlanan sıradan bir kızdan başka da bir şey değildir. Ne kitapta ne de filmde (en azından birincisi için söylüyorum) psikolojik ya da sosyolojik hiçbir çözümleme yoktur ve bol bol vaktiniz yoksa vakit kaybettirmekten başka da bir işe yaramaz. Filmin tek avantajı tanınmayan bir yönetmeni (Sam Taylor-Johnson) ve tanınmayan yüzleri (Jamie Dornan ve Dakota Johnson) izleyiciye tanıtmak olabilir.

“Men aren't really complicated, Ana, honey. They are very simple, literal creatures. They usually mean what they say. And we spend hours trying to analyze what they've said - when really it's obvious. If I were you, I'd take him literally. That might help.”  

16 Şubat 2015 Pazartesi

İbn-i Sina: Hekim (The Physician) - 2013

Filmin tarihi gerçeklerden oldukça uzak olduğu yönünde pek çok eleştiri yapılmış, evet doğrudur, film tarihi gerçekleri pek yansıtmıyor. İbn-i Sina 980-1037 yılları arasında İran'da yaşadığı için, yaşadığı dönemin yaşam tyarzı ve dokusu hakkında oldukça az bilgimiz var ancak İbni Sina'nın hayatına pek çok kaynaktan ulaşabiliyoruz ve asla filmde anlatılan gibi değil. Bir doktor olduğu, felsefe ve matematikle ilgilendiği gerçek ancak genklik yılları hariç filmdeki gibi "enstitü" benzeri bir yerde hem ders verip hem de hastalar tedavi etmiş birisi değil, hayatından öğrendiğimiz kadarıyla daha ziyade emirlerin hizmetinde çalışmış ve bunun karşılığında haneden kütüphanelerinden vakit geçirerek yaşlanan birisi (ayrıca ölümü de ayrı bir vaka). Bu nedenle bir İngilizin (Rob Cole) kendisinden tıp alanında ders almak için İsfahan'a gelmesi kurgulanabilir bir hikaye olsa da, İbn-i Sina gibi tarihi bir karakterin (gerçekten yaşamış ve hayatı kayıt altında olan bir kişinin) hayatının kurgulanması benin eleştirdiğim bir nokta. Annesinin ölümü ve kardeşlerinin başka ailelerin yanına evlatlık gitmesi sonucu Rob Cole ("Tom Payne") İngiltere'de at arabasıyla dolaşan gezici hekimlerden birinin yanına (kendilerine Barber deniyor) çırak olarak başlar. Zamanla öğrendikleri kendisine yeterli gelmeyen Rob bir Yahudi hekimden İsfahan'da hastaları iyileştiren ve tıp okulu açan İbn-i Sina adında bir doktorun adını işitir. Her şeyi geride bırakarak İsfahan'a doğru yola çıkar, dönemin bakış açısı gereği, kendi kendini sünnet ederek Yahudi gibi davranır ve bir şekilde okula kabul edilmeyi başarır. Tabi bundan sonrası İran'da yaşayabilmeyi gerektirir.

Filmde İbn-i Sina'nın İranlı olarak anlatılması veya Selçuklu Türklerinin çapulcu gibi anlatılmasını da eleştirenler olmuş. Zira başarılı insanları Türk yapmaya çok meraklı olduğumuz için, İran topraklarında doğup büyümüş, tüm eserlerini Farsça yazmış ve adı "Ebu Ali El-Hüseyin İbn-i Sina" olan birini de Türk yaparız, bir de üstüne filmde İranlı yapmışlar diye eleştiririz. Orta Asya topraklarından atlarla gelip zaten var olan bir medeniyeti ele geçirmeye çalışan bir milleti de melek yapacak değiller elbette? Neyse mevzu bu değil.

Filmin yönetmeni "Goethe'nin İlk Aşkı" filmi ile tanınan Philipp Stölzl, oyuncuları Tom Payne, Ben Kingsley ve Stellan Skarsgard. Filmin senaryosu Amerikalı yazar Noah Gordon tarafından yazılan "The Physician" kitabından esinlenilerek oluşturulmuştur (Türkçeye "İbni Sina'nın Talebesi Hekim" adıyla Yurt Yayınları tarafından tercüme edilmiştir).

"Ibn-i Sina: Because there is nothing to be afraid of. Death is merely a threshold we must all cross... into the silence, after the final heartbeat... drifting away with our final exhalation... into eternal peace... "

İbni Sina'nın hayatı için:
http://en.wikipedia.org/wiki/Avicenna

"The Physician" kitabı hakkında:
http://en.wikipedia.org/wiki/The_Physician

10 Şubat 2015 Salı

İçimdeki Ses - 2015

Eğlenceli bir filmdi ancak ben filmin amacını veya ne izlediğimi dahi anlamadım. Aslında birtakım olaylar yaşandı, bir aşk ilişkisi vardı ancak onun da nasıl sonlandığını tespit edemedim. Orta yaş bunalımına giren ve yalnızlıktan şikayet eden Selim (dizi senaryosu yazmaktadır) spor salonunda Ayşıl isimli genç ve güzel bir kızla tanışır (aynı zamanda zengindir de). Çocukluğundan bu yana asosyal ve utangaç olan Selim'in bu kızla herhangi bir şey yaşamaya umudu yoktur elbette. Ama kızın hayata karşı bakışı farklıdır ve -yanlış anlamadıysam- Selim'in yazarlığından etkilenir (belki de "daddy issues" kim bilir). Selim'in umreden dönen aşırı tutucu annesinin içki içen, mini etek giyen ve eve ayakkabıyla girmeyi tercih eden bu kıza karşı tutumu nasıl olacak acaba? Film güzel bir komedi filminden ziyade neye oturduğu anlaşılamayan bir "orta yaş bunalımındaki adam fantezisi" gibiydi. Filmin başarılı oyuncusu Engin Günaydın'ın aynı zamanda senarist olmasından dolayı bu yorumum için üzgün olduğumu da belirtmek isterim. Ancak kendisi oyunculuk yapabilir, hep oyunculuk yapabilir ve yalnızca oyunculuk yapabilir. Senaristin samimi bir eser yaratmaya çalıştığı da anlaşılmakta olduğundan bu tarz filmleri seven kişilerin filme bir şans vermesi iyi olabilir. Bununla beraber iç ses olayının iyi bir mizah malzemesi olduğuna ben de katılıyorum. Ama benim düşüncem filmin bunu çok iyi yansıtamadığı yönünde oldu, filmi sonuna kadar götürebilen oyuncular yalnızca Engin Günaydın ile Füsun Demirel'di kanatimce.

Filmin oyuncuları Selim rolünde Engin Günaydın, Füsun Demirel (anne Mehpare) ve Leyla Lydia Tuğutlu (Ayşıl), diğer oyuncular Ersin Korkut, Onur Buldu ve Hamdi Kahraman. Filmin yönetmenliğini Çağrı Bayrak yapmış, bu kendisinden izlediğim ilk film oldu.

- Çok güzelsin.
– Ben mi dedim onu.
– Ben dedim.
– Bana mı dedin.
– Öpüşelim mi?

6 Şubat 2015 Cuma

Sihirbazlar Çetesi (Now You See Me) - 2013

Eğlenceli bir filmdi. Adından da anlaşılacağı üzere film sihirbazlardan oluşan bir çetenin büyük oyunlarını anlatıyordu. Sihirbazların içinde olduğu bir filmde sürprizler kaçınılmazdır ancak her türlü sürprize hazır olmama rağmen filmin sonunu çok çarpıcı bulduğumu söylemem gerek (biraz oldu bittiye gelse de). Filmde tarzları ve gösterileri birbirinden farklı olan dört sihirbaz kendi camialarında tanınan bir çeteye katılmak için davet alırlar. "Four Horsemen" adıyla ünlenen bu ekip, zengin bir sigorta şirketi sahibinin finansörlüğünde oldukça sansasyon yaratan gösteriler yapmaya başlarlar: öncelikle kıtalar arası (Fransız) bir bankanın kasasına canlı yayında girerek soyarlar ve ikinci olarak da finansörlerinin banka hesabındaki parayı gösteriyi izlemeye gelenlerin banka hesaplarına aktarırlar. Yaptıkları gösteri artık suç boyutuna gelince FBI ve Interpol bu çetenin peşine düşer. Tabi bir de yapılan gösterilerin sırrını dünyaya ifşa eden eski bir sihirbaz vardır başlarında (Morgan Freeman). FBI'ın sürekli peşlerinde olması filmi ikinci yarıda biraz kaç-kovala kıvamına getiriyor ve sürekli yaşanan aksiyon sizin biraz durup film hakkında düşünmenizi engelliyor. Dolayısıyla film bitince durup düşünüyorsunuz ki bir yerde bir olmamışlık var. Birincisi bu filme pek yakışmamış ve biraz eğreti durmuş olan aşk (FBI ajanı ile Interpol ajanının aşkı). İkincisin de, şaşırtalım derken işin suyunu çıkarmış olan son sahne. Yine de film eğlenceliydi, izlemenizi tavsiye ederim.
 
Elbette film Christopher Nolan'ın "Prestij" filmi kadar ilginç değil (Prestij ile kıyaslamayınız lütfen), ancak daha renkli ve eğlenceli. Akıcı ve komik kurgusuyla kendini sonuna kadar heyecanla izlettirmeyi başarıyor. Filmin yönetmeni "Taşıyıcı", "The Incredible Hulk" ve "Titanların Savaşı" filmleriyle tanınan Louis Letterrier, oyuncu kadrosu ise Jesse Eisenberg, Mark Ruffalo, Michael Caine ve Morgan Freeman gibi isimlerden oluşuyor.
 
"Daniel Atlas: The close you think you are, the less you'll actually see."
 
"Daniel Atlas: First rule of the magic: always be the smartest person in the room."

4 Şubat 2015 Çarşamba

Men of Honor (Onurlu Bir Adam) - 2000

Film Amerikan donanmasında "Şefdalgıç" (Navy Master Diver) konumuna yükselmek isteyen ilk siyahi dalgıç Carl Brashear'in hayatından esinlenilerek yapılmış. Fakir bir çiftçinin oğlu olan Carl babasının da kendisini desteklemesiyle daha iyi bir hayata sahip olmak için bir daha dönmemek üzere evini terk eder. "Asla vazgeçme, en iyisi ol!" mottosunu hayat felsefesi haline getiren Carl, geri planda görev aldığı deniz kuvvetlerinden ayrılıp dalış okuluna kabul edilebilmek için elinden geleni yapar. Carl'ın örnek aldığı eski usta dalgıçlardan dalış okulu eğitmeni Billy Sunday ilk başlarda kendisine zorluk çıkarsa da, sonrasında tutkularının en büyük destekçilerinden olacaktır. İlk siyahi dalgıç olan Carl büyük bir operasyon sırasında geçirdiği deniz kazası ile (1966 yılında) ayağından ciddi bir yara alınca bütün kariyeri sona erer ve ordudan malulen emekli edilmek istenir. Oldukça düşük bir ihtimalin peşinden koşan Carl çavuş Billy Sunday'in de desteğiyle, bürokrasiyi alt edip, olayı mahkeme boyutuna taşır. Askeri mahkeme tek ayağında protez bulunan bir dalgıçın tekrar göreve iade edilmesine karar verecek midir? Çok tehlikeli addedilen dalışlara katılıp üstün başarı madalyaları kazanmış bir dalgıç için (özellikle tırnakları ile kazıyarak o göreve geldiyse) sıradan bir kaza geçirip kariyerinin sonlandırılması oldukça zor olmalı. Hayatı hakkında daha fazla bilgiye buradan erişebilrsiniz: http://en.wikipedia.org/wiki/Carl_Brashear.

Gerçek bir hayat hikayesine dayandığı filmin konusu hakkında daha fazla yorum yapmaya gerek yok (yalnızca sonlara doğru özellikle yargılama sahnelerinde Amerikan klişelerinin bulunduğunu söylemem lazım). Bununla beraber, uzun ve durağan bir hikayesi olduğu için sıkılma ihtimaliniz de var. Filmin yönetmeni "Barbershop" filmleriyle de tanınan George Tillman Jr. ve Carl Brashear rolünde Cuba Gooding Jr. bulunuyor. Sorunlu asker Billy Sunday rolünde Robert De Niro bulunuyor ve diğer yardımcı oyuncular Charlize Theron ve Aunjanue Ellis.

Billy Sunday: What the hell did he ever say to make you try so hard? (he: father)
Carl Brashear: Be the best.

2 Şubat 2015 Pazartesi

Her Şeyin Teorisi - 2014

Anladığım kadarıyla film henüz Türkiye'de vizyona girmemiş ancak yapım yılı 2014 olduğu için bizim için bulup izlemek zor olmadı. Biyografi - dram türünde bir yapım olan "The Theory of Everything" bilim ve teknolojiye önemli katkıları olan İngiliz bilim adamı (fizik alanında) Stephen Hawking'in hayatını anlatıyor. Aslında filmde "hayat"ını anlatmasından ziyade, hayatının bir kesitini veriyor da denilebilir. Zira hem Stephen Hawking hala hayatta hem de film üniversite öğrencilik yıllarından sonraki hayatına odaklanıyor. Cambridge Üniversitesinde Kozmoloji üzerine doktora yapan Hawking evren üzerine geliştirdiği zekice teorilerle dikkat çekerek zamanla dünyada ünlü bir bilim adamı haline geliyor. Biz normal insanlar -elbette- anlamayacğaımız için filmin odak noktası Hawkng'in akademik hayatı ve teorileri değil daha ziyade ilk eşi ile olan tanışma-arkadaşlık-evlilik üzerine kuruluyor. 1965 yılında evlendiği Jane Wilde ile uzun bir evliliği olan Hawking aynı zamanda bu eşinden üç çocuk sahibi oluyor. Filmde Hawking'in özel hayatına dair anlatılan her şey gerçek midir bilemiyorum (muhtemelen öyledir) ancak evlilikleri her ne şekilde biterse bitsin, Jane Wilde'ın Hawking'in hayatındaki olumlu etkisi ve özverisi tartışılamaz. Öğrencilik yıllarında ALS teşhisi konulan ve 2 yıllık ömür biçilen (kendisi hala hayattadır) Hawking'i hayata bağlayan kişi Jane Wilde'dır (While there is life, there is hope).

Filmin yönetmenliğini "Teldeki Adam", "Proje Nim" ve "Gölgede Dans" filmlerinin de yönetmenliğini yapmış olan James Marsh üstlenmiş olup,  başrollerde Eddie Redmayne (Stephen Hawking), Felicity Jones (Jane Wilde) ve Emily Watson (İsobel Hawking) yer alıyor.

Jane: What's cosmologist?
Stephen: It is a kind of religion for intelligent atheists.
....
Jane: So, what do cosmologists worship then?
Stephen: A single unifying equation that explains in the universe.
Jane: Really? So, what is the equation?
Stephen: That is the question.